Avşar İmdat

Çiğdemleri Solan Bozkır


Скачать книгу

zurna çoştu…

      Ahlar, vahlar takip etti sonra bu gürültüyü. Âdem, davula daha iki çomak döşemişti ki, gençler, üzüntü içinde yerlerine oturdular.

      Sunucu da ah çekerek devam ediyordu:

      “Top direkten döndü, sayın seyirciler. Şanssız bir an, işte tekrar izliyoruz…”

      Kameralar Hagi’yi yakın pozisyonda tekrar gösterirken, 90 dakika bekleyip de bir lira bile bahşiş toplayamayan ve umudunu yitiren Âdem Hagi’ye bağırdı:

      “Evin yıkılsın Haciiiiiii! Ekmeeminen oynadın!”

      Maç bitti, dışarıdaki soğuk hava Âdem’in yüzünü yalayıp geçti. Kahve birden boşaldı. Gençler küfürler savurarak üçer beşer mahallelere dağıldı. Âdem, Güççük Bekteş’ e döndü:

      “Olsun, heç olmazsa sıcak bir sandelle gördük, iki bardak çay içtik oğlum.” dedi.

      Âdem önde Güççük Bekteş arkada, pazaryerinden kıvrılıp, soğuk gecenin içinde kayboldular…

      MUHTEREM

      Emir Kalkan’a

      İki katlı, uzunca bir bina idi ortaokul. Upuzun bir koridor, koridorun iki yanında, kapıları koridorun içine doğru açılan derslikler… Ön tarafında koca bir levha: “Kaman Ortaokulu.” Köylü, kasabalı, zengin, fakir… Hepimiz burada okurduk. Biz, köylerden gelen çocuklar bir ev tutardık. Tek odalı, yıkık dökük kerpiç evler. Yemeklerimizi kendimiz pişirir, bulaşıkları kendimiz yıkar ve kendimiz okurduk.

      Köyden ilk ayrıldığımızda bir gariplik çökerdi üstümüze. Bazı geceler sessizce ağlar, analarımızın gelmesini beklerdik.

      Haftada bir, çarşamba sabahları gelirdi analarımız. Koyunlarında bir haftalık hasret, dillerinde kurban, gada, ölüyüm…

      Birbirine ne çok benzerdi analarımız. Başlarında boncuklu yazma, sırtlarında allı fistan, kolsuz yelek, bacaklarında pazen don… Ayaklarında, garipliği, mahzunluğu bir mühür gibi tabanlarına vuran kara lastikler olurdu. Kara lastik! Kışın dondurur suya giderken. Yazın yakar, kavurur arpa biçerken. Hepsinin yüzünde, aynı kalemden çıkmış bir yazgı. Yokluk, yoksulluk, sefalet… Alınlarında, yüzyıllardır biriken çizgi çizgi efkâr; kat kat hüzün. Yavrularına yiyecek taşıyan bir serçe gibi, korkulu, tedirgin, ürkek hepsi de. Güneş doğmadan tozlu yollara düşüp traktörün vagonunda sarsılmış bedenleri ve uykulu, mahmur gözleriyle tan yeri ağarırken inerlerdi Hanın Önü’ne.

      Köyden satmak için getirdiklerini telaşla traktörlerden indirir, yan yana dizelerdi. Bir batman süt, iki helke yoğurt, iki topak tere yağ, beş on yumurta…

      Bizim için getirdiklerini başka bir köşeye yığarlardı. İki çuval tezek, beş koşum bulgur, bir helke yoğurt, birkaç büküm yufka ekmek…

      Getirdiklerini birkaç seferde yoğurt pazarına taşırlardı. Ar sayıp sağa sola bakamazlar, başları önde giderlerdi çarşıda yürürken. Şaşırsalar yol sormaya cesaretleri yoktu. Vakti, saati güneşe bakarak hesap ederler, sattıklarının hesabını kitabını hiç bilmezlerdi. Alıcılar ne verirse…

      Her çarşamba bir öncekinin tekrarıydı. Sabahleyin köyden gelen ne varsa birkaç saat içinde satılırdı. Ablalarımıza işlengi ipliği, patiska, kanaviçe; bize kalem, defter, kitap…

      Ceket, gömlek, ayakkabı… bunlar pahalıydı. Yılda bir kez, sıra gelirse, harman zamanı…

      İlçede, ortaokulda okuyan tüm köy çocukları, analarımızın geleceğini bilir, çarşamba sabahları erkenden Hanın Önü’ne dizilirdik. Emişme vakti, anasını bulamayan kuzular gibi sağa sola koştururduk.

      “Teyze, anam geldi mi?”

      “Bibi anamı gördün mü?” diye varırdık yanlarına. Kimi, koynuna soktuğu ve daha soğumadan yavrusuna yetiştirdiği “döndermeli” dürümü çıkarır, kimi “Yumurtlamıyor gıran giresiceler,” diye tavuklara kızarak köydeki kardeşlerimizin boğazından kestiği haşlanmış yumurtayı uzatırdı. Ağzımızdaki tat değişiverirdi birden. Bir ana sıcaklığı sarardı bizi, üşütmezdi ayaz çarşamba sabahları…

      Önce köyden gelen bir haftalık erzakı çekerdik kaldığımız köhne kerpiç evlere. Tezek, yufka, yoğurt, bulgur… Erzakı eve taşıdıktan sonra yoğurt pazarına gider analarımızın duluğuna dikilirdik. Babalarımıza isteklerimizi kolayca söyleyemez analarımızın dalına binerdik. Pazarın o kalabalık, uğultulu ortamında analarımıza anlatırdık tüm dertlerimizi. Köyde çektikleri yetmezmiş gibi sırtlarına yeni şelekler yüklerdik. Bizdik ortaokulda okuyan; ama mektebin tüm yükü, okuma yazması bile olmayan bu gariplerin sırtına binerdi.

      Her Çarşamba, yoğurt pazarında, yoğurtların satılmasını beklerdik. Her oğulun ayrı bir derdi, her ananın bin derdi vardı…

      “Anaa, beden eğitimi hocası eşofman istiyor. –Eşeofmansız geleni derse almam- diyor.”

      “Eşortman mı!?”

      “He ana, beden eğitimi dersinde giyeceğiz.”

      “Güzün pantul, cekat aldık ya guzum.”

      “Eşofman ana, eşofman…”

      “İlazımlı bir şey mi? Kaçaymış?

      “Beş…”

      “…Alırık yavrum. Baban haftaya danayı satacak…”

      “Anaa, benim matematik kitabım da yok. Geçen hafta ödevimi yapamadım, öğretmen…”

      “Bıldırkı kitabından çalış oğlum, İdare et bu sene…”

      “Olur mu ana!? Ben orta ikiye geçtim.”

      “Alırık guzum, gaçaymış?”

      “İki buçuk lira.”

      “İki buçuk mu!? Hele şu yoğurdu satalım bir…”

      “Anaa, elişi dersine de mukavva ile uhu lazım.”

      “Hokavva ney, huhu ney gadasını aldığım?”

      “Biri karton, biri de yapıştırıcı ana.”

      “Alırık yavrum, haftaya iki tavuk getiriyim de…”

      “Ana gıız?”

      “Anan gurban olsun, ne ki gadasını aldığım?”

      “Müzik öğretmenimiz de flüt istiyor. Hepsinden önemlisi de flüt. Bir de beş çizgili müzik defteri… Yeni bir müzikçi geldi, flüt getirmeyeni dövüyor ana…”

      “Ben hangi dertten ölüyüm oğlum, hokavva, eşortman, hülüt… Ablana patiska, kanevçe de alacaağam… Hocalarınız da insan halından bilseler ne var? Yoklu mu, yoksul mu diyen yok…”

***

      O çarşamba, analarımızın zihninde bir flüt sorusu kaldı.

      “Hülüt ne ki gadasını aldığım?”

      Yoğurt paralarının bir kısmını, ablalarımızın çeyizlerinden keserek gönülsüzce uzattılar elimize. Hepsi aynı şekilde yakındılar o hafta.

      “Biz uşağı okusun, adam olsun diye mektebe salıyok, hocalar düdük çaldırıyo anam, ben böyle derde ıras gelmedim…”

      Hepimiz analarımızın düdük dediği flütlerden aldık o hafta. Sarı, kırmızı, mavi, beyaz flütleri öttürerek vardık ortaokulun bahçesine.

      Nusret Hoca gelmeden önce ortaokulda müzik hocası yoktu. Müzik ve yabancı dil hocaları olmazdı zaten. Flütü biz