Avşar İmdat

Çiğdemleri Solan Bozkır


Скачать книгу

ceketinin düğmelerini iliklemiş, esas duruşta, önümüzdeydi. Onun korkusundan sırayı bozamıyorduk, put gibi bekliyorduk. Az ilerde zurnacı Bağrıyanık ve Muhterem de törenin başlamasını bekliyorlardı. Muhterem ile ara sıra göz göze geliyorduk. Artık özgürdü o, elini kolunu sallayıp bize gülüyordu. Ara sıra, başıyla Nusret Hoca’yı işaret ediyor ardından elindeki zurnayı gösteriyordu. Biz ona bakıp gülüyorduk. Biraz sonra:

      “Vurun ustalar! Vurun!” diye bir ses duyuldu.

      Atlılar, tören alanına doğru alkışlar arasında ilerliyordu. Davulcular davula gaydasıyla vurmaya başladılar. Bağrıyanık ve Muhterem avurtlarını doldurdular. Zurnaların dilinden bir karşılama havası başladı. Muhterem zurnasını bize karşı tutup var gücüyle üflüyor, Muhterem’in tombul iri elleri zurnanın deliklerini bir kapatıp bir açıyordu. Zurnaların inleyen sesindeki karşılama havası, meydandakilerin gönlünü coşturuyordu. Baba oğlun zurnaları öyle ahenkli ötüyordu ki, Nusret Hoca belki de ilk kez duyduğu bu sese kulak kabarttı. Hemen önünde, Bağrıyanık’ın yanında zurna çalan kara oğlanı iyice süzdü. Sağına soluna baktı ve Yaşar Hoca’nın yanına gelip hayretle sordu.

      “Yaşar Bey, şu çocuk, şu, şu, zurna çalanı diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?”

      “Evet,” dedi Yaşar Hoca.

      “Bu çocuk… Bu…”

      “Flüt çalamayan oğlan,” dedi, güldü Yaşar Hoca.

      Nusret Hocanın gözleri iri iri açıldı.

      Muhterem kendini zurnanın sesine vermiş, gözlerini kapatmış, duluklarını şişirip şişirip boşaltıyordu.

      Nusret Hoca hayretler içindeydi. Elini ağzına götürdü, gözlerini Muhterem’e dikti. Boş, anlamsız bakıyordu.

      Muhterem babasına koşulmuş, aşk ile çalıyordu karşılama havasını…

      BAHRİ USTA

      Ali AKBAŞ’ a

      Bozkırın serin gecesinde, titrek kandiller gibi yanıyordu yıldızlar. Uzaktan, koygun öten bir davul sesi geliyordu…

      Birden, silah sesleriyle inledi, sarsıldı gece…

      Düğün kâhyası Ali Çavuş, değneğine dayanıp telaşla ayağa kalktı:

      “Eyvah!” dedi, “geliyorlar, gayın alayı geliyor!…”

      Nice düğünler görmüştü Ali Çavuş… Çifte davul ile okuntucu karşılar, ağır misafirleri gönüller, yola salardı. Kaç kapıya gözü yaşlı, ak duvaklı gelin indirmiş, kaç delikanlıyı halvet gecesine uğurlamıştı. Silah seslerini duyunca endişelendi, sağa sola emirler yağdırmaya başladı:

      “Gayın alayı geliyor! Gayfeciyi uyandırın, keyfanıyı çağırın gelsin, mezeciler mangalı yaksın, hızmatçılar dizilsin, abdalları yola çıkarın, hazır mı abdallar…?”

      Ali Çavuş değneğini yere vura vura dolaştı, bir düzen verdi oğlanevine. Kimin ne yapacağını anlattı bir bir. Hizmetçilere bağırdı.

      “Oğlanevinin elli metre ilerisine çıkarın davul zurnayı! Gelen gayın alayı! Yolda karşılamak gerek. Yarın gelin alacağız. Gelin kızın kardeşleri yolu yokuşa sürmesin. Haydi, yüzümü kara çıkarmayın gözünüzü seveyim…”

      Gözleri iri iri açılmıştı Kâhya’nın. Değneğini sürüyerek davulcu Aslan ile zurnacı Ekrem’in yanına vardı:

      “Aman ha!” dedi, “Kız evinin davulunu bastırın, gümbür gümbür vurun karşılama havasını. Aslan, gözüne gurban olayım, davulu Osman’ın önünde döv. Osman bu! Kedin de biliyon gurban olduğum. Huylu at gibidir Osman, önden geleni kapar, arkadan geleni teper…”

      Ali Çavuş, oğlanevinin hizmetçilerini de davulun arkasına dizdi.

      “Gelenlere yer gösterin,” dedi “Bir dediklerini iki etmeyin, hızmatta gusur olmasın uşaklar. Aman ha! Deli Osman’ın suyuna gidin gurbanınız olayım, düğün evini başımıza yıkmasın… ”

      Gayın alayı alacaklı gibi gelirdi oğlan evine. Onları ağırlamak Ali Çavuş’un işiydi. Gayınların bitip tükenmez isteklerine boyun eğer, yaz günü aba, kış günü yaba, ağustosta kar, zemheride bar… ne isterlerse yapardı. Gelini sağ selamet almak için kalbur ile su taşır, mum alevinde çay kaynatırdı…

      Davulcuyu, zurnacıyı, hizmetçileri gayın alayını karşılamak üzere yerleştiren Kâhya, değneğini sürüye sürüye geldi, ceviz ağacının gövdesine dayandı. Yüzünde gittikçe artan bir endişe vardı.

      “Gayın alayı kapıya dayandı! İnce sazlar hazır mı?” diye yeniden gürledi ve tandır damına yöneldi.

      Böyle kaç geceyi savuşturmuştu Bahri Usta. Dert ölçer, gam tartardı böyle akşamlarda. Ali Çavuş, tandır damının kapısını açar açmaz yekinip kalktı yerinden. Gözlerini Ali Çavuş’a dikti.

      “Hazırık Ali Kâa, hazırık. Tasalanma gurban olduğum” dedi. Tandır damının kerpiç duvarına yaslanmış, başını omzuna düşürmüş uyuklayan oğluna seslendi.

      “Tufan, gayın alayı geliyo, kalk delioğlan…” dedi, Ali Çavuş’a döndü:

      “Ali Kâa, Allah yüzümüze bakar da gazasız belasız savuştururuk inşalla. Şimdi bu deli oğlanlar, bağdan boşanmış gibi girer oğlanevine. Yarın yüz yüze bakacağız demezler, kırıp dökerler ortalığı. Evelden beyle miydi gurban olduğum ağam. Ağalar da, ağanın uşakları da töreliydi. Oturaklı olurdu, ağır idi meclisler, Güççükler böyüğünü bilirdi. Aaah! Sözü gılıç gibi beyler vardı eskiden. Kan aksa, akan kanı keserlerdi bir çift sözünen… Düğünlerin de bir tadı tuzu vardı. Ağanın uşakları bir hoş oldu gayri. Babaları Dadaloğlu, Köroğlu, Kerem isterdi. Aşk ile tarardık sazın telini. Ne bozlaklar inilerdi sazın döşünde. Öyle meclisler kurulurdu ki, sabahlara kadar saz yanar, söz erirdi. Eskiden de vardı göönü yaralı gençler ama böyle uluorta değildi sevda. Sevdanın sırınan, gönülün birinen olacağını bilirdi eskiler. Şimdi…

      “Şimdi değişti Bahri usta, nerde eski düğünler, nerde eski sevdalar…”

      “Gurban olduğum Ali Kâa, yüzüm ayağıyın altında… Soydan sürüp gelmemiş mi bu deli uşak? Sanki o dedelerin torunları, o babaların oğulları değil bunlar. Ağalık vermeyinen, yiğitlik vurmayınan olur sanıyo bunlar. Hatire, gönüle değen olmazdı evvelden. Gönül bilen, gönül alan kalmadı… Aaaah! “Gırıldı beyler, paşalar, kellere galdı köşeler,” derdi babam…

      “Haklısın Usta, ama töre bu, bin senedir sürüp gelmiş işte, boynumuzu eğeceğiz, başka çaremiz mi var…?”

      Bahri Usta, işinin ehli, yüreğinin bir yanı ezelden yaralı bir abdaldı. Bir şahin gibi daldı mı sazın göğsüne, pençesinde inleyen tellerden hüzün kanatlanırdı. Yüreğini koyardı mızrabın önüne, gönlünü kanatırdı bozlak çalarken. Bahri Usta türkü söylerken, dudaklarını kapatan simsiyah bıyıklarının arkasında, yanık, ölgün bir ses inlerdi. Sol eli, sazın perdelerinde can çekişen bir kuş gibi çırpınır, sağ eli, yangın yerine dönen sazın göğsünde bir pervane gibi döner, döner, dönerdi… O saza vurunca, bir çift turna havalanırdı sevdalı yüreklerden…

      Bahri Usta, oğlu Tufan’ı da hüzün hamurundan yoğurmuştu. Tufan daha çocuktu ama en zor havalar, bir gam seli gibi boşalırdı sazından. Bir çocuğun anasına sarıldığı gibi sarılırdı, kucağına sığmayan saza. Bahri Usta, onun saz çalışını gururla seyreder ve:

      “Bu delioğlanın mızrabı kimselere benzemez,”