eşek olsa öğrenirdi.”
“Do, re, fa, bir vuruşluk, dört vuruşluk…” bir türlü tutturamazdık. Beyaz değnek elimize inip inip kalkardı. Elimizi yalayıp geçerdik sıramıza.
Bir bahar günüydü. Çarşambaydı. Analarımıza uğrayıp gelmiştik. Matematik dersinden yeni çıkmış, fa, sol, la sol, mi mi, re mi… bir şeyler ezberlemeye çalışıyorduk. Muhterem oralı bile değildi. Bize bakıp gülüyordu.
Nusret Hoca derse girdiğinde, sınıfın içine ölü toprağı serpildi. Derin bir sessizlik çöktü. Gözlerimizi kaçırdık hep birlikte. Muhterem ile ben orta sıralarda kafamızı önümüze eğdik; bir çift keklik gibi pustuk. Hoca flütü ile bir parça çaldı. Sonra melodisiyle birlikte söyledi.
“Oooooo, mavi bilye gibi dünyaaaaaaa!
Tüm dünyanın çocuklarııııııı!
Gelin oynayalıııııııııım.
Mavi bilyelerleeeee;
Dostluk kardeşlikleeeeeeeeeeeeee…”
Bu sözler hepimize bir tuhaf gelmişti. Zihnimizde hiçbir acıya, ateşe, ağıda, türküye karşılık gelmiyordu. Gülmek istiyor, korkudan gülemiyorduk. Yaşar Hoca olsa kahkahalar atardık. O da gülerdi bizimle.
Nusret Hoca şarkısını bitirdi ve anlamını bir türlü çözemediğimiz, belki de hiç çözemeyeceğimiz acayip seslerle bağırmaya başladı.
“Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Muhterem usulca fısıldadı:
“Bu ne bağırıyo gurban olduğum? Göçün ardında kalmış deve köşeği gibi…”
Dudaklarımı ısırdım. Küçükken ağladığımda ebem söylerdi bu sözü. Muhterem de gülecekti. Kendimizi zor tutuyorduk. Muhterem’in gözlerinin içi parlıyordu. Yanaklarımız iyice gerilmişti. Korkmasak pıskıracak; kahkahayı basacaktık. Hoca fısıldadığımızı gördü. Korktum, tahtaya bakamıyordum. Muhterem de kaşlarını çatıp ciddileşti, yüzündeki ifadeler değişti. Nusret Hoca gözlerini ağarttı, gözlerinde çil mavisi iki bilye dönmeye başladı. Bakışları ürkütücü, soğuktu. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdi. Bize doğru ilerledi. O gelirken küçüldük iyice, pustuk sıraya. Hoca, Muhterem’in ensesinden tutup.
“Tahtaya çık,” dedi.
Muhterem ölüm fermanı okunan bir mahkûm gibiydi. Tahtaya çıktı. Ceketinin altında gömleği yoktu. Bir kazak giymişti ve kravatı da çıplak boynuna bağlamıştı. Nusret Hoca, sağ elindeki flütü sopa gibi sallayıp sol eline vuruyordu. Muhterem’in önünde sağa sola gidip geldi, birden geriye döndü ve gürledi:
“Nerde flütün!”
“Flütüm yok hocam.”
“O zaman söyle!. Ooooooo mavi bilye gibi dünyaaaaaaaaa…”
Muhterem bir bozlağa asılır gibi asıldı.
“Ooooo….”
“Sus! Sus! İğrenç! Bu köylü türküsü mü be! Kes! Verin şuna bir flüt, al bakalım şu flütü. Çal! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Eline zurnayı alınca yanık yanık öttüren Muhterem’in, zurnanın deliklerinde ahenkle inip kalkan o iri parmakları, flütün üzerinde anlamsızca gezindi. Etli, tombul parmakları titriyordu. Avurtlarını şişirip bir iki daha denedi. Olmadı. Nusret Hoca artık yerinde duramıyordu. Zurnayı, “karadır bu bahtım kara, sözüm kar etmiyor yâre” diye acı acı inleten, zurnaya “eyvah, eyvah” dedirten Muhterem, bu küçük alete hiçbir şey söyletemiyordu.
Muhterem, “düürt, düürt” bir iki ses daha çıkardı ama Nusret Hoca’nın istediği sesler değildi. Hocanın gözleri döndü, iyice hiddetlendi:
“Çal ulaaan! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
“Düdüdüüt, düt, düdüdüt.”
“Olmuyor, olmuyor! Eşek bile…”
“Bunu çalamıyorum hocam.”
“Çalacaksın, çal!”
“Hocam zurna…zurna…”
Muhterem sözünü tamamlayamadı. Nusret Hoca, zurna kelimesini duyunca gözlerindeki mavilikler kayboldu. Çıldırdı, ağzından köpükler saçılıyordu:
“Zurna mı! Zurna mı ! Zurna…!
Elindeki flüt ile Muhterem’in kafası gözü neresi denk gelirse vurmaya başladı. Korkudan sıralarda eridik. Yapıştık sıralara. Kafamızı kaldırıp bakamıyorduk. Flüt, Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. Flütün baş tarafı fırladı gitti. Yüzünde tokatlar patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Yanağına patlayan tokatlardan yılmıyor, sadece tokat inerken gözlerini kısıyordu. Hepimizin yüzleri gerilmişti, ağlayacaktık, ağlayamıyorduk. Muhterem’e vurulan tokatlar bizim de yüzümüze iniyordu. Hoca iyice azıttı. Kızlardan biri feryadı basıp ağlamaya başladı. Nusret Hoca birden kendine geldi. Durdu. Şaşkındı. Ne yaptığını bilmiyordu. Donuk mavi gözlerini sınıfa dikti. Burnundan soluyordu. Hiçbirimiz onun gözüne bakamıyorduk…
Muhterem, hocanın gözlerinin içine içine baktı, göz göze geldiler. Muhterem’in sesi boğuk, ağlamaklıydı. Ağlamadı. Boynundaki kravatı çıkardı. Usulca seslendi.
“Öfken geçti mi hocam,”dedi, sıraya doğru yavaş yavaş geldi. Yanıma oturacak sandım. Sıranın kenarına doğru çekildim. Sıranın gözünde bir tane defteri vardı. Eğilip defterini aldı, koltuğunun altına sıkıştırıp sınıfın kapısına doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça açtı ve çıktı…
Ertesi gün, sonraki gün… Muhterem bir daha okula gelmedi. O, gömleği olmadığı için kravatı çıplak boynuna takan, düğün çalıp geldiğinde bize keçiboynuzu, kırık leblebi alan, üst sınıftaki çifte belikli kıza uzaktan bakan kara yağız yiğit oğlan yoktu… Sınıf eksik, onun oturduğu sıra garip, mahzundu.
Birkaç hafta sonra… Bir Çarşamba günüydü. Birkaç arkadaş yoğurt pazarında analarımızın yanına dikildik. Yoğurtlar satılacak, biz de harçlığımızı alıp okula gidecektik. Kıştı. Soğuk, ayaz… Muhterem’i gördüm. Sırtında bir çuvalla gidiyordu. Koşup çağırdım arkasından.
“Muhterem, Muhterem!”
Sırtındaki çuvalı indirmeden geriye döndü. Yüzüme baktı. Çuvalın sahibi de durdu. Cevabını bildiğim halde sordum.
“Muhterem okula niye gelmiyorsun?”
Bıyıkları iyice gürleşmişti. Bıyığının altından güldü. Bir cümle çıktı ağzından.
“Sabahın ayazında yüzüne gezdireyim müzük hocanızın!”
Donup kaldım. Yükün sahibi Muhteri’e seslendi:
“Haydi, sallanma oğlum, yürü…”
Umursamaz bir tavırla döndü ve yükünü taşıdığı adamın ardından iki büklüm yürüdü.
Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümüydü. Her yıl temsili bir karşılama yapılırdı. Davullar gümbür gümbür dövülür, zurnalar yiğitçe öter, halk o günü yaşıyormuşçasına meydana dökülürdü. Ortaokul öğrencileri, Atatürk heykelinin önünde sıraya dizilmiş bekliyorduk. Okul müdürü, ortalıkta telaşlı telaşlı koşturuyordu. Sıraları bozduğumuzu görünce yanımıza gelip bizi azarladı.
“Peynir kurdu gibi kaynaşmayın lan! Geçin sıranıza, sessiz durun!”
Okul müdürü sıkıntılıydı. Yanındaki