Avşar İmdat

Çiğdemleri Solan Bozkır


Скачать книгу

şeker…

      Nusret Hoca’nın korkusundan müzik dersine noksansız girerdik. Bir flüt, beş çizgili müzik defteri ve bir türlü ezberleyemediğimiz; ezgisi, sözleri bizden olmayan o tuhaf, soğuk, donuk şarkılar…

      İlçede oturan çocuklar bizden biraz farklıydı. Biz köy çocukları, sürünün içindeki yadırgı koyun gibi seçilirdik onlardan. Kilimcinin Murtaza, Nalbantların Bayram, Nurukâlerin Arif, Kötüköylü Ercan, Karakütüklü Şaban…

      Hangi rüzgâr savurmuştu, hangi tipi sürüp getirmişti bilinmez. Bir de Abdalların Muhterem vardı sınıfımızda. İçimizde en gariban da o idi. Abdallar Mahallesinden gelirdi. Zurnacı Bağrıyanık’ın oğluydu. Meşhur bir zurnacıydı babası. İlçede herkes tanırdı onu. Muhterem’i de tanırlardı. Yaz tatillerinde babasının yanında köylere düğünlere giderdi. Babası gibi o da zurna çalardı. Düğün çalan, meclislerde oturan bu iri yarı abdal oğlu, ilkokulu nerede okumuştu, ortaokula nasıl, niye gelmişti, kimse bilmezdi.

      Muhterem, kara yağız, kavruk tenli, bize göre uzun; boylu poslu bir oğlandı, yanakları tombul, gözleri üzüm karası… Zurna çalan parmakları etli, iriceydi. Aynı sırada otururduk. Ben onun ödevlerini yapardım, o da düğün çalıp geldiği haftalarda bana “kırık leblebi ve keçiboynuzu” alırdı. Bıyıklarımız daha terlememişti bizim. Ama Muhterem birkaç gün tıraş olmadığı zaman bıyıkları belirginleşir, pazartesi günleri İstiklal Marşının ardından hocaların hışmına uğrardı. Bıyıkları yüzünden bazı hocaların hiddetli tokatları çarpardı esmer yanaklarına. Sorguya çekerlerdi onu. Muhterem hep aynı cevapları verirdi. Kesin ve kısa cevaplar….

      “Niye tıraş olmadın lan?”

      “Cilet yok hocam.”

      “Boğazlı kazak giymek yasak demedik mi?”

      “Köyneğim yok hocam.”

      “Ceketin niye yırtık?”

      “Anam yok hocam.”

      “Düğünlerde içiyor muşsun?”

      “Tövbe, vallaha yok hocam…”

      Hiç bir mazereti kabul görmezdi Muhterem’in. Her pazartesi; “pat, pat” iki tokat inerdi tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı; umursamazdı. Elini bile siper etmezdi yüzüne. Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde bekler, tokadını yer, sakince sırasına geçerdi.

      Sadece jileti, gömleği değil defteri, kalemi, kitabı, eşofmanı, flütü de olmazdı. Dayak yer, aşağılanır, horlanır ama yılmaz, inatla okula gelirdi. Babasını tanıyan, onun bir abdal oğlu olduğunu bilen hocalar pek ses çıkarmazlardı. Hatta teşvik ederlerdi Muhterem’i. Yazılılarda sağa sola bakarak yazmasına karışmazlardı pek. Sınıfı geçmesi için biraz da yüksek not verirlerdi. Ama ilçe dışından gelen, onu tanımayan hocalar, bir zulüm bulutu olur Muhterem’in üzerine yağarlardı.

      “Sözlüye kalk Muhterem.”

      “Efendim hocam.”

      “Anlat bakalım Anzavur ayaklanmasını.”

      “Anzavur, eee, Anzavur....”

      “Otur, BİR!”

      “Tahtaya çık Muhterem.”

      “Buyur hocam.”

      “Oku bakalım kunut duasını.”

      “Allahümme inna… Allahümme inna…”

      “Muhterem, sözlüye kalk bakalım.”

      “Efendim hocam…”

      “Gelmek fiilinin, şimdiki zamanın hikâyesi, ikinci tekil şahsa göre çekimini yap bakalım…”

      Muhterem’in her ders “çektiğini” bilir, fazla çektirmezdi Yaşar Hoca, ipucu verir, cevabı kendi buldururdu…

      “Ge-li- yor- sun…”

      Hiçbir sorunun cevabını tam veremezdi, Türkçe dersi hariç sözlülerden hep “bir” alırdı Muhterem.

      Yetişkin bir adamın hatları vardı yüzünde. Kaşlarını çatınca alnında derin çizgiler oluşurdu. Farklıydı. Duruşu, oturuşu, kalkışı diğer çocuklara hiç benzemezdi. Teneffüslerde yalnız gezerdi. Bizden üst sınıfta bir kıza dalardı gözleri. Ayakları o kızın olduğu tarafa götürürdü Muhterem’i. Yaklaşamaz, uzaktan bakar, uzaktan severdi. Bilirdik. O, bir şeyler anlatırken bir ihtiyar adam konuşurdu sanki. Hocaların anlattığı hiçbir şey sarmazdı onu. Sınıfın duvarları kuşatamazdı Muhterem’i. Derslerle de pek ilgilenmezdi. Çukur ayna, tümsek ayna, Frigyalılar, Urartular, çember, daire, üçgen… Vız gelir tırıs giderdi zihninden.

      Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersimize, Türkçe hocası gelirdi. O, dilinden bal damlayan adam: Yaşar Bey. Müzik dersinde her birimiz birer türkü söylerdik. Kırk dakika bir su gibi akar; neşe içinde biterdi. Ne solfej ne nota ne de diyez, bemol… “Sol anahtarından hiç haberimiz yoktu. Yaşar Hocaya bir türkü söyledik mi, tüm kapılar kendiliğinden açılırdı. “Bir bölü birlik, bir bölü dörtlük, sekizlik, onaltılık….” Ne notalar, ne vuruşlar varmış, hiçbirini bilmezdik ama mutluyduk. Müzik deyince yanık bir türkü gelirdi aklımıza. Türküler gibiydi zaman, bazen şen şakrak, neşeli, bazen de dertli…

      Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersinde en başarılı öğrenci Muhterem’di. Bize, diğer derslerdeki başarılarımıza göre bir not veren Yaşar Hoca, Muhterem’e cömert davranırdı. Muhterem o yanık sesiyle “aydooost!” diye bir bozlağa asılır; “on” alıp otururdu.

      Muhterem hariç herkesin sadece bir türküsü vardı. Kilimcinin Murtaza, “Kızım sana fistan aldım vardı mı da vardı mı?” Nalbantların Bayram, “Bahçeye bider ektim de kız Meyrem, Meyrem,” Nurukâlerin Arif, “Bağa gel bostana gel” diye başlarlardı. Çoğumuzun türkülerini yarıda keserdi Yaşar Hoca. Muhterem, her hafta farklı bir türkü söylerdi. Onun türkülerini hiç kesmez, sonuna kadar dinlerdi. Bir başka olurdu onun türküleri:“Karadır bu bahtım kara, Ağ ellerin sala sala gelen yar…” Bazen hüzünlenirdi Yaşar Hoca. Bir türkü söylerdi ki Muhterem, yaralı, ölgün, içli bir türküydü. Bir ateş gibiydi ezgisi. Muhterem’in göğsünden kalkan yalım Yaşar Hocayı da sınıfı da yakardı. Hepimiz sessizce dinlerdik.

      “İp attım ucu kaldı

      Tarakta kücü kaldı.

      Ben sevdim eller aldı

      Yürekte acı kaldı.

***

      Nusret Hoca’nın daha ilk derste estirdiği korku rüzgârı, köylerdeki analarımızı bile savurmuştu. Analarımız, gönülsüz de olsa birer flüt parası çıkarıp vermişlerdi o hafta…

      İstanbulluydu Nusret Hoca. Havası, suyu, insanları, türküleri farklı şehirden. Kolayca telaffuz edemediğimiz “konservatuar” mezunuydu. Bu kelimeyi duyduğumuzda gözlerimiz nasıl da iri iri açılmıştı.

      “Konservatuar!”

      Gözleri çil maviydi Nusret Hoca’nın, gözleri donuk, mat, soğuk… Hiddetlenince, gözlerinde çok korkunç ve okunmaz ifadeler olurdu. O hiddetlenince, bakışlarımız sıraya çakılır, kafamızı kaldıramaz, gözlerine bakamazdık…

      Müzik dersi vardı, flütlerimizi ve beş çizgili defterlerimizi alıp geldik o gün. Hoca tebeşir tozuna batırdığı bir ip ile tahtaya beş çizgi çekip çizgilerin baş tarafına bir de anahtar koydu. Sınıf bir mahpushane, o beş çizgi de demir parmaklıklara dönüştü birden. Ve o anahtar: “Sol anahtarı!” Hiç birimiz, hiçbir kapıyı aralayamadık onunla. Ritm, solfej, tam vuruş, yarım vuruş, ince re, kalın do, si bemol, fa diyez… Anlamsız çığlıklar ve flüt. Bir helke yoğurt parasına aldığımız