Tek kız olan Serbiyamal özgür, dediğim dedik biri olarak yetişmişti. Genç kız olur olmaz, köyde yaramazlığı ve kurnazlığı ile nam salmış Ehmetşa denen bir yiğit ile yakın ilişki kurmuştu. Ehmetşa’yı hem Kestane Şımbay’ın oğlu olduğu için hem de gençken “at hırsızı” diye adı çıktığından Serbiyamal’ın anne babası sevmezdi. Bu yüzden kızlarını bu ilişkiden kurtarmak niyetiyle komşu köyden iyi, uslu bir yiğitle evlendirdiler. Lakin Serbiyamal oraya vardığında bir ay geçmeden Ehmetşa’nın: “Geri dön, seni kendime alayım” demesine inanıp, kışın en soğuk gününde on kilometre yeri yürüyerek geri geldi. Ehmetşa ile önceki gibi ilişkisine başladı. Lakin Ehmetşa onu ileride alırım dese de bir kez bile istemeye gitmedi.
Bundan sonra babasıyla annesi Serbiyamal’ı birkaç kez daha evlendirdi. En son Serbiyamal yine Ehmetşa’nın sürekli seni “alacağım” demesine aldanıp, elli atmış kilometre yerden, bozkır tarafından kaçıp geri geldi. Bu onun dördüncü kez kocadan kaçışıydı. Tek kızlarıyla bir araya gelmeye utanan anne babası hastalığa yakalandı. İnsan içine çıkacak hâlleri kalmadı. Sonra Ehmetşa evlenince, Serbiyamal buna dayanamayıp, evlerinden kaçarak büyük pazarlı komşu Yakup köyünde yaşayan tüccar bir kadına aşçılık yapmaya gitti. Bu olaydan sonra anne babası yatağa düştü.
Serbiyamal’ın işe gittiği Batıyma abla (Başkurtlar Tatar kadınlarına böyle “abla” diyorlardı) kapıya sığmayacak kadar iri yapılı, dul bir kadındı; arşınlı kumaş, çay, şeker gibi şeylerle çok iyi ticaret yapmasının yanı sıra pazar günleri misafir edecek birilerini bulma, içki ziyafetleri verme, güzel kadın ve kızları kocalarla bir araya getirip yoldan çıkarmak gibi bozuk işleriyle de nam salmış biriydi. Bu yüzden sadece kadın ve kızların değil hatta erkeklerin bile insanların gözünden düşmesi için Batıyma ablanın evine gelip bir gece misafir olması yetiyordu. Serbiyamal bundan korkmadı. Çünkü Ehmetşa ile karşılaşmak için buradan daha uygun bir yer yoktu. Ehmetşa buraya en sık gelen misafirlerden biriydi.
Serbiyamal, Batıyma abla için çok çalıştı. Onu destekleyip “ablasına” faydalı olmak için uğraştı. Halkın söylemiyle akıllı bir köpek misali sahibin gözüne bakıyordu. Bu sırada yedi, sekiz yıl çalıştığı süre içinde çok iyi bir usta olup yemek pişirmeyi, dikiş dikmeyi sadece Başkurtça değil hem Tatar hem de Rus dillerinde güzel konuşmayı öğrendi. Çünkü Batıyma ablaya her milletten “misafirler” geliyordu. En önemlisi de o burada zenginliğin, paranın nasıl bir gücü olduğunu anladı. Hilenin, aldatmanın sırrını öğrendi. Bir kuruş için insanın gözünü oyacak kadar cimri olmayı öğrendi. Git gide kendi de o “Batıyma abla” gibi zengin bir hanım olup “pat diye” hayat kurma konusunda sık sık hayal kurmaya başladı. Bu yüzden geçen kış birbiri ardına ölen anne babası için hiç üzülmeden, endişelenmeden geri dönüp evin sahibi oldu. Ona göre bu Serbiyamal’ın “Batıyma ablaya” dönüşmesinin ilk adımıydı. Lakin hayat bildiği gibi yaptı. Ticaretçi olduğu için çok para, babadan kalan hayvanlara bakma ve çekip çevirme için de ona bir koca lazımdı. Bunları nereden almalıydı? Etrafta sadece çok parasıyla değil kötülüğüyle de tanınan Serbiyamal’a artık koca bulmak da kolay değildi. Arada bir uğrayıp, saklana saklana misafirliğe gelen Ehmetşa’dan ona bir kuruş yardım yoktu.
Böyle tuhaf günlerden birinde Serbiyamal’ın eline Baygilde ağabey düştü. Serbiyamal evleneceği bu son fırsatı elinden kaçıracak kadar aptal değildi elbette. Baygilde ağabeye yeni tavsiye edilmesine memnun olup yerini yurdunu, hayvanlarını vakitlice yakını olan bir ihtiyara bırakarak Baygilde’nin arabasına binip gitti.
“Gitmeli, görmeli eğer yeri yurdu, hayvanları benimkinden eksikse buraya taşımak lazım. Oğlu, kızı da çok değil. Ufak tefek işlere faydalı olurlar…” diye düşündü. Baygilde ağabeye bakıp tatlı tatlı gülümseyerek:
“– Benim malımı sonra getiririz. Şimdi ben kızım, oğlum olacak çocukları görmek istiyorum haydi çabucak size gidelim” dedi. Hatta sonra:
“– Ben çocukları çok seviyorum. Sokakta gördüğüm bir çocuğu sevmeden, şeker vermeden geçemiyorum. Yine de Allahȗ Teâlâ benden intikam alarak çocuk vermedi” diye ağlayacak oldu. Baygilde ağabeyin gönlü tümüyle yumuşadı ve kadını:
“– Evet, güzelim ağlama. Benim çocuklarım senin çocukların olur. Sana kendi anneleri gibi hürmet ederler. Ben onlara böyle buyurdum” diye teselli etti.
VII
Baygilde ağabey eş aradığı bu günlerde Sıvakay nine sabah erkenden gelip Bibeş’e evi toplattırdı. Çocukların üst başlarını yıkadı, giydirdi, saçlarını taradı, ördü, her şeyi düzenledi. Sık sık of çekerek:
“– Ey, doğum acısını da annelik duygusunu da tatmayan biri çocuklara acır mı, bakar mı? Olmaz, imkânı yok” diye söylendi. Çocuklara gizemli şekilde fısıldayarak:
“– Üvey, üvey olur çocuklar. Öz anneniz olmaz. Ona “anne” demeyin. “Abla” diye hitap edin” diye tembih etti.
İşini bitirince:
“– Şimdi çocuklar babanızı kendiniz karşılayın. Seğüre gelinin evine yedi kat yabancı bir kadının geldiğini görüp buna dayanmaya benim gücüm yetmez” diye ağlamaklı şekilde dönüp gitti. Çocukların dördü birden:
“– Nine gitme dur!” diyerek kapıya kadar yürüdü. Anneleri öldüğünden beri eve de girseler dışarıya da çıksalar, yetim yavrular gibi bir yere birikip sürekli birlikte yürüyorlardı. Şimdi Sıvakay nine de gidince, daha da efkârlanıp kapının dibinde sessizce durdular. Sokak da onların evinin içinden neşeli değildi. Köy boş, sessizdi. Erkeklerin çoğu yiyecek ve iş için Ruslara gitmişti. Karaltı gibi sessiz, düşünceli olan kadınların, kızların, çocuk çoluğun çoğu kazayağı, tohumlu bitki başları toplayıp tomurcuklarını alarak dağdaki vadiye gidiyordu. Köydeki dedeler ve ağabeyler Yemeşler gibi küçük, yetim görünüyordu.
Ağustos’un ortası olmasına bakılmaksızın ağaçların, ekinlerin sararıp kuruması köye ayrı bir keyifsizlik ve keder katıyordu. Üstelik güneyden aralıksız esen sıcak, kuru yel dağın sırtından ot yığını büyüklüğündeki siyah kuru deve elmalarını getirip sokak boyunca döndürerek dolaşıyordu. Bu tuhaf şekilde büyük, örümcek gibi iri kabarık deve elmaları, zayıf kuru dalları ile yere gelişi güzel vurup, bir şeylere sevinmiş gibi zıplayıp, sokağa dolarak dans ediyordu. İşte onların en büyüğü ve korkunç olanı kuru dallarını kaldırıp, Yemeşlerin yanına geldi, ufak ufak hareketlerle dir dir edip durdu, sonra birden sağa sola uçup zıplayarak daha ileriye döndü. Sanki kuraklığın ardından gelecek olan korkunç açlığın kurbanlarını gördüğünden sevinerek zıpladı, yüksek sesle güldü.
Kuru deve elmalarının danslarına gözünü dikip, uzun süre sessiz kalan İştuğan, büyükler gibi derin bir of çekerek:
“– Bu kadar iri deve dikenlerini de sokağı böyle doldurup, dönerek dolaştıklarını da hiç görmemiştim” dedi.
Bu çirkin, yabancı manzara çocukları daha da keyifsiz hâle getirdi, onların içine nedeni bilinmez, anlamsız bir korku, sıkıntı kattı. Onlar nehir ortasında küreksiz kalan gemi gibi nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden sallanıp, bir tümsekten diğerine geçip, damakları kuruyuncaya ve güçleri tükeninceye kadar böyle kapının dibinde, sıcak güneşin altında ezilerek durdu. Sonra Bibeş sevinmek yerine korkmuşa benzeyen bir ses ile:
“– Geliyorlar!” diye bağırdı.
“– Geldiler!” diye tekrarladı İştuğan. Ağaç destekli kapının kanadını sürükleyip daire şeklinde açtı. Gerçekten de bu sırada Zengin Kormoş’un bal rengi