kalkmadı. Hatta uykusu gelmiş gibi yapmaya başladı. Yeneş küçücük yumruklarını sıkarak başını yumruklamaya başladı.
“– Ay, seni! Görürsün bir daha seni bir yere götürmeyeceğim” dedi kendi de ağlamaklı olarak. “– Dur, yürü dedim!”
Yemeş zar zor nefes alıyordu, daha çok sinirlendiği için yüzü kızardı ve yere oturdu. Sonunda Yeneş de onun önüne çömeldi.
“– Haydi, kardeşim seni sırtıma alayım” dedi yumuşayarak. “– Atla!”
Yemeş güçlükle ablasının sırtına atladı. Yeneş başı yere değecek gibi oldu, beli büküldü ve öne doğru eğilerek yürüdü.
Lakin çok gidemeden gücü tükenip kendisi de yere oturdu. Eli ayağı ip gibi kopmaya başlayan küçük, zayıf, yedi yaşındaki Yeneş’e boyuna göre büyük denilebilecek iri, yumru gövdeli dört yaşındaki Yemeş’i kaldırıp kıyıdan yukarı çıkarmak çok zordu. Yine de kardeşini bırakıp gitmedi. Bir sırtına alıp bir düşürüp, sallana döne götürdü.
Baygilde ağabey bu sıralar Zengin Kormoş’a işe gidiyordu. Sıcaktan durulmayan evde Seğüre yenge tek başına kalıyordu. Çünkü Bibeş akşama yemek pişirmek için gecekonduya darı dövmeye, İştuğan da yakacak çalı çırpı toplamak için aşağı sazlığa gitmişti.
Eve girince Yemeş bir kepçe soğuk suyu dibine kadar içine çekerek içti ve annesinin yanına çöktü. Seğüre yenge ondan tarafa güçlükle başını çevirip:
“– Kızcağızım, yavrum hastalandın mı yoksa?” diye sordu. Ağır ve sık sık nefes alan çocuk gözlerini açamadan:
“– Uykum geldi anne” dedi. Seğüre yenge kızına bakmayı, sırtından sevip şefkat göstermeyi istedi. Lakin elleri önceki gibi hareket etmedi. Şikâyet etmeden ona bakarak ayak ucunda duran Yeneş’e gözyaşlarını göstermemek için başını köşeye doğru çevirdi. Yeneş üzüntüsünden başını aşağı eğip dışarıya ablası Bibeş’in yanına çıktı.
IV
O günden sonra Yemeş iki hafta boyunca ağır ateş içinde yattı. Geceleri sayıklayıp bağırdı. Rüyasında, annesinin kanını alan molla gibi şaşı gözlü, gövdesiz başlar sarıklarının kuyruklarını sürükleyerek onun etrafında yılan gibi kıvrılıyordu. Dişlerini gösterip, insan başı sığacak kadar korkunç, büyük ağızlarını şap şup ettirerek onu yutmaya ya da annesini parçalayıp yemeye çalışıyorlardı. Annesinin bilekleri ve elbisesi boyunca etrafa kanlar saçılıyordu.
“– Sarıklar! Başlar! Kan! Kan! Anneciğim! Dokunmayın! Dokunmayın anneme!” diye ağlayıp sayıklamaya başladı. En son ne zaman böyle bağıra bağıra uyanmıştı. Baygilde ağabey gece boyu uyumadan kızına baktı. Artık Zengin Kormoş’ta çalışmıyordu. Zengin onu: “Sen şimdi evinde uzun kalırsın. Bana öyle ırgat gerekmez” diye işten kovmuştu.
Yemeş’in bu hâli her akşam tekrar etti. Seğüre yengenin hâlini görmeye gelen yaşlılar Yemeş’in hastalığı ve nasıl iyileştirilmesi gerektiği hakkında düşünmeye başladı. Birisi su cini çarpmış, başkası yer cini çarpmış diye fikir yürüttü. Ama çoğu zaman Seğüre yenge ile Yemeş’i çekip çeviren, geçindiren Sıvakay ninenin “nazar değmiş” fikri kuvvetli bulundu. Hâlini görmeye gelen konu komşuya Yemeş’in basit bir çocuk olmadığını, farklı ve nazar değecek bir çocuk olduğunu ispatladı.
“– Ben onun göbek ebesiyim. Biliyorum. Doğduğunda nasıl bir çocuktu o…” diye bu konuda gizemli tonda mırıldandı. “– Bir keresinde, ben size söyleyeyim kışın en soğuk zamanıydı, hiç unutmam ocak ayındaki gibi gece yarısında Baygilde kayın geldi. “– Yenge. Çabuk ol. Gelinin doğum yapıyor. Sonra ben kara bata gömüle geldiğimde suphanallah, çocuk doğmuş feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyor: ‘Niye beni güzelce karşılayan biri yok?’ dedi herhâlde biçare. Sonra ben çabucak göbeğini kestim, çamaşır leğenine ılık su döküp yıkamaya başladım. Baktım kızcağız iki üç aylık çocuk gibi kocaman, tombul tombul. Bilekleri kat kat. Saçları da upuzun, kapkara. Hatta kirpikleri, kaşları uzamış. Feryat ediyor, bağıra bağıra ağlıyordu. Sonra, ben size söyleyeyim, yıkayıp ılık kundak bezine sardığımda kızcağız pat diye nefes alıvermesin mi? Sadece bu da değil ağlamayı da kesti, başını etrafa çevirip, gözünü kısarak çatının tahtasına bakmaya başladı. Suphanallah ben anlattım, anlatmadığımı da düşündüm, bu neye alamet şimdi? Tüh, tüh! Nazar değdirmeyeyim diye çabucak annesinin yanına götürdüm. Sonra ne mi oldu dediniz? Çocuk başucundaki fırında duran yapış yapış, kör lambaya donup kalmış gibi bakmaya başlamadı mı? Estağfurullah! Ey, ben diyeyim, kesin zavallı çocuk ‘bu güzel dünya dedikleri Allah korusun bu muymuş?’ diye düşündü herhâlde dedim. Yine nazar değdirmeyeyim diye üstüne şap şup tükürdüm. Tüh tüh! dedim. Yirmi otuz yıl boyunca kaç yüz çocuğun göbek annesi olmama rağmen onun gibisini görmemiştim.
“– Hatırlıyor musun bu anlattığımı gelin?”
Seğüre yenge dalgın gözlerini uzak geçmişine dikip hâlsizce gülümsedi. “– Evet öyle. Öyle demiştin yenge. Çok tombul, çok güzel doğdu kızcağızım. Hatta ben sonra ikiz olur diye korkmuştum ama böyle güzel bir kız doğunca çok sevinmiştim. Babası da sevinmişti.”
Onun bu sözünden sonra Sıvakay nine daha da coşup geçmişini hatırlatmaya çalıştı.
“– Sonra nasıl çabuk büyüdüğüne bakın. Üç ay sonra ablası elinden tutup oynatmaya başladı. Dört ay sonra oturdu. Seğüre gelin onu eskilerin dediği gibi altı ay sonra kucağından bıraktı, yedi ay sonra elinden tuttu. Yaşı dolduğunda kızcağızı konuşmaya başladı. Böyle oldu değil mi gelin?”
Seğüre yenge derin bir of çekerek:
“– Evet, yenge öyle, öyle olmuştu…”
Uzun koyu kirpiklerinin arasından cıva gibi yuvarlak, parlak yaş damlaları çıktı, bir deri bir kemik çenesinin kenarından mindere doğru düştü.
“– Evet, böyleyken ona nasıl nazar değmesin?” deyip sözüne devam etti Sıvakay nine.
“– İşte, şimdi dört çocuk. Ama boy da akıl da yedi yaşındaki Yeneş’te daha yerinde!”
“– Öyle. Doğru. Nazar değdirirler” dedi nineler.
Böylece nazar değmesinin doğruluğu şüphesiz ispat edilince söz kimin gözü değdiği konusuna geçti. Sıvakay nine bunda da başkalarından akıllılığını gösterdi.
“– Herkesin değil ihtiyar Şehit’in gözü değmiştir” dedi sözü kesip. Sonra kendine de ninelere de bir kez daha sıcak çay yapıp ispatlarıyla onun gözünün değdiğini doğrulatmaya çalıştı.
Bibekey ile Gölkey’in büyükbabası olan ufak tefek, zayıf, çelimsiz, çevik, ustalık yapan ve nükteli konuşan ihtiyar Şehit’e “Serçe Şehit” diyorlardı. Hatta bu lakap onun bütün soyuna yayılmıştı. Şehit soyundan olan bütün kişilere “Serçeler” derlerdi. Bu lakap Şehit dede neslinin ufak tefek, çelimsiz, ama becerikli oluşlarından ve ellerinden her iş gelişinden sevgi belirterek eklenmişti, bu yüzden kimse sinirlenmezdi. İşte bu Serçe Şehit dede şimdi seksen altı yaşında olduğuna bakmaksızın sabah şafaktan gecenin karanlığına kadar hiç durmazdı. Balta ustasıydı. Kapının önünde, bir köşede duran tezgâhında gün boyunca kesip biçerek bir şeyler yapardı. Yanında her zaman yeni yapılmış bir elek, kap, kürek, ağaç, fıçı dururdu. İhtiyar Şehit’in oğlu ve Gölkeylerin babası olan Şahimurat ağabey de ona ormandan ihtiyacı olan ağaçları getiriyordu. Pazar gelince