Zeyneb Biişeva

Aşağılananlar


Скачать книгу

oldu. İştuğan bu konuyu şimdi hatırlamaya bile korkuyordu. Bu düşünce annesi hakkındakiler kadar ağır, özlemli, kederliydi. Ona şu an böyle birinin atına binip hızlı hızlı gitmenin sevinciyle kanatlanma isteği geldi.

      Bal rengi at coşup, kişneyerek dört nala kapının önüne geldi. İştuğan sevincinden ne yapacağını bilmeyerek atın başına yapıştı.

      “– Tırrr! Sarı at!”

      “– İşte, size anne getirdim oğlum” dedi Baygilde ağabey tuhaf bir ses ile. “– Selamlaş oğlum.”

      Tüm dikkatini bal rengi ata veren İştuğan bunu duymadı hatta yeni anneyi de fark etmedi. Kızlar korkup farklı farklı köşelere kaçıştı. Hatta Yemeş eskisi gibi yatak, döşek yığılan sandığın arkasına geçip ses çıkarmadan durdu.

      Serbiyamal erkeklerin beğeneceği kadar cilveli, tombul vücutlu, iki yanağının kızarmasından sağlıklı olduğu belli olan becerikli, cesur, yaklaşık yirmi beş otuz yaşlarında bir kadındı. Üstünde Orenburg’daki tüccar eşlerinin elbiselerine benzetmeye çalıştığı önü etekli, kuyruklu, omuz başları kabartmalı, kol uçlarını dirseğine kadar daraltılıp parmak ucuyla tutulmuş gibi zarif düğümler dikilmiş pembe bez bir elbise, ayağında yüksek topuklu yepyeni siyah çizme, başında tamamı süslü sarı Keşmir kumaşından şalı ile- buradaki genç kadın ve kızların severek örtündüğü bir şal- Serbiyamal, kılık kıyafeti de kendi de göz kamaştırıyordu. Yürüyüşünden ve duruşundan engel tanımayan, dediğim dedik, cesurluk, kadın ve kızlara has mağrur bir güzellik saçıyordu. Evet, erkeklerin beğendiği kadınmış bu Serbiyamal! Baygilde ağabey de onu ilk bakışta beğendi. Daha çok onun enerji dolu sağlıklı rengini, gür çıkan emir verici sesini, becerikli oluşunu, güçlü duruşunu beğendi.

      “Merhum Seğüre ile biz çok saftık… Saf insana hayat kurmak… Bolluk içinde gamsız yaşamak zordur…” diye düşündü Baygilde ağabey. “Sadece çocuklara sert davranmasın…” diye diledi.

      Serbiyamal evin sahibi gibi mağrur şekilde yürüyerek eve girdi. Baygilde ağabey de tam aksine her zamankinden daha mağrur görünüyordu.

      “– Kızlarım” dedi sesini güçlükle çıkarıp. “– Kızlarım neredesiniz? Çıkın, annenizle tanışın…”

      Fırının arkasına kaçtığı yerden ilk önce Bibeş çıktı. Yeneş de onun arkasından geldi.

      “– Aman, bunlar mı benim kızlarım? Baksana nasıl da küçücük, zayıflar…”

      Serbiyamal yüksek sesle gülüp çocuklara birbiri ardına kolunu uzattı. “– Elbette tanışacağız. İsimleriniz ne?”

      Korkup şaşıran kızlar bir şey söyleyemedi. Onların yerine Baygilde ağabey cevap verdi.

      “– Büyüğü Bibiğeyşe, ortanca Yenbike, şu sandığın arkasından bakıp duran da en küçüğü Gölyemeş. Onlara kısaca Bibeş, Yeneş, Yemeş diyoruz.”

      Serbiyamal ne içindir tüm dikkatini, kendisine aklını kaybetmiş gibi bir korku ve şaşkınlıkla dimdik bakıp duran Yemeş’e yöneltti.

      “– İşte, orada birisi mi varmış! Ne diye saklanıyorsun aptal! Çık, gel tanış!” Seğüre yengenin kadife kumaş gibi yumuşak, usul sesine alışılan evde Serbiyamal’ın güçlü, sert sesi çok kaba ve çirkin bir şekilde yankılandı. Yemeş iyice sandığın arkasına saklandı, Serbiyamal parmağıyla korkutarak:

      “– Aman! Nasıl da vahşi. Vay, dağ keçisi!” Baygilde ağabey kızı için özür dileyen bir ses ile:

      “– Olur, küçük o. Öğrenir, alışır” dedi. Yavaş yavaş öğretiriz…”

      “– Öğrenir. Öğretirim. Görülüyor ki bu çocuklar terbiye almamış” dedi Serbiyamal.

      İnce şalını silkeleyip döşeme kalasına astıktan sonra divana geçip oturdu. Samimi şekilde gülümsemeye çalışıp bir kez daha kızlara birbiri ardına baktı. Lakin onun ağzı gülse de burun delikleri birbirine çok yaklaşıyor, sonuna kadar açılan küçük, yuvarlak gözleri son derece soğuk ve merhametsiz bakıyordu. Çocuklar sadece bu bakışı gördü, sadece bu kaba, korkunç sesi duydu. Kızlara bu çok kötü ve çirkin geldi.

      Yemeş’e her gece Sıvakay ninesinin söylediği hikâyedeki yaşlı cadıyı hatırlattı. Sıvakay nine dün gece boyunca onlara kederli bir ses ile ahenkli ahenkli Yemeşlerin şimdiki hayatına benzeterek yetim çocuklar ve üvey anneler hakkında hikâyeler anlattı.

      “Çok eskiden bir anne ile bir baba varmış. Onların çok güzel bir kızı ile bir oğlu olmuş. Günlerden bir gün anne çok hastalanmış ve ölmüş. Baba da komşu köye gidip bir üvey anne getirmiş. Ama o… cadı anneymiş. Gelir gelmez babanın çocuklarını yemek için hileler yapıp kendini hasta etmiş. Baba ona ne kadar üfleyip tükürse de iyileşmemiş. Günlerden bir gün baba yeni bir deva aramak için yolda gidiyormuş ki o cadı anne Hızır İlyas olup babanın karşısına çıkmış:

      “– Aleykümselam! Niye böyle dalgınsın insanoğlu?” diye sormuş. Baba üzüntüsünü anlatınca o:

      “– Karın iyileşsin istiyorsan oğlunu kesip ona kalbini yedir” diye söylemiş. “Bu Allah’ın emri. Başka çare yok” demiş kaybolurken de.

      Böylece baba zavallı hâlde ağlaya yakına geldiğinde o cadı anne çoktan dönüp, babaya kendini acındırarak sızlanıp:

      “– Evet, ölümüme deva buldun mu?” diye bakmış. “– Hayır. Bir deva bulmadım” diye cevap vermiş baba. “– Kutsal biriyle karşılaşmadın mı?” diye ısrar etmiş anne. Baba da:

      “– Hayır” diye cevap vermiş tekrardan.

      “– Yalan söylüyorsun. Gözünden anladım. Sana kutsal biri devayı söylemiş. Sen beni iyileştirmek istemiyorsun!” diyen anne bu kez daha da hastalanmış. Sonra baba çaresiz kalarak, karısına oğlunu kesip yedirmiş. Çocuğun ablası üvey annesinin yediği abisinin kemiklerini ağlaya ağlaya toplayıp beyaz bir beze sararak kayın ağacının dibine gömmüş. Sonra bu kemiklerden çocuk boz bir serçe olup, uçup gitmiş. Şimdiki o gri serçelerin hepsi işte ondan yayılmış.

      Onlar bu yüzden böyle yürek parçalayan kederli bir sesle ötüyor… İşte bir vakit o çocuk- boz serçe- onların penceresine konmuş ve ötmeye başlamış.

      Bronz kazan kaynıyor,

      Baba bıçak biliyor,

      Üvey anne “kes!” diyor,

      Öz annem “bırak!” diyor.

      diye ötmüş zavallı. Sonra evlerine uçup babasının omzuna konmuş:

      “– Baba, baba ağzını aç!” diye söylemiş. Babası ağzını açınca ona bir kaşık yağ yedirmiş.

      Ondan sonra ablasının omzuna konup:

      “– Abla, abla ağzını aç!” diye söylemiş. Ablası kardeşinin sesini tanıyıp, sevinerek ağzını açmış. Sonra serçe ona bir kaşık bal yedirmiş. Sonra üvey annesine gidip:

      “– Anne, anne ağzını aç!” diye söylemiş. Üvey annesi onu yutayım diye ağzını kocaman açmış, boz serçe de ona bir kap iğne yedirip, uçup gitmiş. Cadı anne oracıkta ölmüş…”

      Bu korkunç hikâye sadece diğer çocukların değil, küçük Yemeş’in de yüreğine taş gibi oturmuştu. Bu yüzden üvey annesi ona şimdi daha korkunç gelmeye başladı. Onu görmemeye, ona görünmemeye çalışıp tekrar sandığın arkasına saklandı. Börkünü asmayı unutup, elini ovalayarak yabancı biri gibi kapının