Zeyneb Biişeva

Aşağılananlar


Скачать книгу

aynı gün içinde ölmüş. Baş ucuna temizlenmemiş, parlatılmamış büyük, gri bir taş konulmuş ve bir şeylerle oyarak Arap harfiyle: “Tolombet soyundan Hayılmış oğlu Mahmut, Kazmaş oğlu Hayılmış, İrğele oğlu Kazmaş, Bayğele oğlu İrğele, Yenğele oğlu Bayğele, Tolombet oğlu Yenğele” diye eğri büğrü yedi soya kadar sırayla yazılmış ve Mahmut’ün hangi yılda, hangi yaşta vebadan öldüğünü de ekleyip “âmin!” demişler.

      Baygilde ağabey artık yerle bir hizada toprak olmuş bu eski mezarın üstünde duran ve rüzgâr ile yağmurun toplayarak tümsek yaptığı o kuru taştan başka bir şeyi bilmiyordu. Anne babasının kalıp burada işçilik yaptığı sırada onun başka yakınları da ölmüştü. Artık uzak akrabaları olan ihtiyar Şehit ile Sıvakay nineden başka kimsesi kalmamıştı. Onlarla akrabalığının nereden ve nasıl olduğunu Baygilde ağabey de bilmiyordu.

      Kimileri “onlar kahraman Beyeş’in soyundanmış, o yakalanınca soyundan olanlar kaçıp etrafa dağılmış ve böyle topraksız, susuz kalmışlar” diye anlatıyordu. Lakin Baygilde ağabey bunların hangisi doğru hangisi asılsız bilmiyordu. Uzakta toprağı, suyu, eşi dostu varmış diyenlere hiç inanmıyordu. O sadece Eyek kıyısındaki İsenbet köyünü biliyor canıyla, yüreğiyle seviyor, orayı kendi köyü sayıyordu. Bu yüzden bugün İsenbet’ten kalkıp gitmesini söylemeleri ona çok ağır ve keder verici geliyordu.

      Bir şey ömründe ilk kez böyle yüreğini sızlattı onun. Her seferinde bir fırsat bulup geri dönmüştü. Ama şimdi bir gün buraya dönebilir miydi yoksa dönemez miydi? Yoksa onu böyle ömür boyu geri dönmekten mahrum ederler miydi? Ne kadar ağır! Ne kadar haksızlık!

      Köyünü ilk kez bırakıp iş ve yiyecek bulmak için çıktığında Baygilde on iki yaşındaydı. Onun yalın ayak, yalın baş koşarak yanında yürüyen kendir dokuma elbiseli, iri parlak gözlü, mağrur, güler yüzlü çocuk da- onun tek kardeşi- on yaşındaydı. Babasıyla annesinin öldüğü yazdı bu. Onlar köyün ortasındaki küçük, çitli evde tek ablaları olan on beş yaşındaki Gölayşe'yi bırakıp mutluluk aramak için ilk kez ülkeyi gezmeye çıkmışlardı.

      “– Baygilde mirza niye beni yalnız bırakıp gidiyorsun? Hiç olmazsa bir ihtiyarla evlendirip git!” diye ağladı Gölayşe onları uğurlarken. Ay gibi yuvarlak ve bembeyaz yüzlü, insana iyilik gösteren, yumuşak bakışlı, yapılı bir vücudu olan lakin küçük bir çocuk gibi riyasız Gölayşe Baygildelerin ailesinin en büyüğüydü. Lakin o Baygilde’yi evin en büyüğü ve hayatını yoluna koyması gereken biri gibi görüyordu.

      Köyden çıkıp batıya doğru on on beş kilometre yer geçince çocuklar bir pınar yanında dinlenmek için durdu. Burada günün sıcaklığına bakmaksızın ayağına deri çizme, başına sırmalı börk, üstüne kara keçe giyip belini kırmızı kemerle bağlamış, zayıf, güvercin gibi ufak tefek, yuvarlak gözlü bir adam dinleniyor, mayasız ekmeğini pınar suyuyla yumuşatarak azar azar yiyordu. Baygilde onun çenesinin altındaki keçi halkası gibi sallanan kızıl siğiline, hürmetkâr, saf yüzüne uzunca bakıp, bir şeylere şaşırarak:

      “– Ağabey sen neredensin?” diye sordu. “– Nereye gidiyorsun?”

      “– Yelekli köyünden” dedi ağabey derin bir of çekerek. “– Karım ölünce üç çocuğum yetim kaldı beyim. Onlara iyi bir anne bulur muyum diye gidiyorum…”

      Bu konuşmadan sonra Baygilde’nin aklına birden ablası Gölayşe’nin eskiden söylediği bir söz geldi:

      “Baygilde mirza hiç olmazsa beni bir ihtiyara versen. Böyle yalnız başıma nasıl yaşarım!”

      Baygilde anlamamazlıktan gelerek:

      “– Benim ablamdan başka kimim kaldı bu evde” deyip söylediklerini duymamış gibi yaptı. Sonra bu söylediklerinden yüzü kızara kızara derdini anlatmaya çalıştı. Bu hürmetkâr bakışlı, ufak tefek kişiye Baygilde’nin sözleri iyi gelmiş olsa gerek. Biraz daha düşünüp, gözlerini uzağa dikerek susup oturunca dostça ve anlaşılır bir şekilde:

      “– Haydi, karar verelim mirza” dedi.

      “– Haydi” dedi Baygilde de. Çok geçmeden üç kişi birden köy tarafına geri döndü. Güneş battığında evde toplanmış, Baygildelerde çay içiyorlardı. Baygilde bir, iki fincan çay içip boğazını temizledikten sonra ciddi bir ses ile:

      “– İşte abla, ben sana bir ihtiyar buldum” dedi.

      Divanın kenarında çay yapan Gölayşe’nin rengi utancından karamsı kızıla dönüp, o zayıf kişiye hiç çekinmeden baştan ayağa baktı ve:

      “– Ah, hoş. İsmin ne?” diye sordu. “– Kotlehmet” dedi o kişi de yere bakarak.

      “– İsmin ne kadar güzel” dedi Gölayşe gamsız, yüksek bir sesle gülerek. Sonra çok dostça: “– Ben sana varırsam mirzama ne vereceksin?” diye sordu.

      “– Benim hiçbir şeyim yok. Üç kızım, bir de evim var. İki de iş görür elim” dedi Kotlehmet. Biraz düşününce yol çuvalından bir esmühe çay alıp uygun şekilde Gölayşe’ye uzattı.

      “– Bu çayı size versem…”

      “– Tamam, ver” dedi Gölayşe çayı Kotlehmet’in elinden çekerek. Orada açıp çaydanlığa koydu. Kotlehmet’e tekrar demli bir fincan çay yaptı. Sonra safça gülerek:

      “– İç, esmühe çaycı ihtiyar!” dedi.

      Ertesi gün sabah Kotlehmet, Gölayşe’yi Yelekli köyüne alıp gitti. Yoksul olsalar da çok iyi anlaşıp güzel ve uzun bir ömür sürdüler. Merhametli, güler yüzlü, gamsız Gölayşe Kotlehmet’in çocuklarını itip kakmadan güzelce büyüttü. Kendi de yaşları onlara yakın oğlanlar, kızlar doğurdu. İhtiyara vardığı ilk günkü lakabını hiçbir zaman unutmadı.

      “– Ye, esmühe çaycı ihtiyar!”

      “– Al, temiz cübbeni giy esmühe çaycı ihtiyar!”

      Lakin bu söz onda hiçbir zaman öfke uyandırmadı. Çünkü bu Gölayşe’nin ağzından Kotlehmet’e değil, acımasız kadere acı acı sitem etmek için çıkıyordu. Evet, yoksulluğu onlar getirmedi dünyaya!

      Yine de Gölayşe bu sözü pişman olup dert yanmak için söylemiyordu elbette. Hayatından bütünüyle razı ve memnundu. Enselerine sonsuza dek çökmüş bu yoksulluk da yaşlanmaları da Gölayşe’nin sakinliğini, dalgınlığını bozamıyor hatta görünüşünü de değiştirmiyordu. Kırıntı ekmek yiyip süt, yoğurt görmeden yaşasa da hep o tombul vücudu ve ay gibi yuvarlak, parlak yüzüyle neşe içinde parlıyordu…

      Ama onu ihtiyara verip yolcu ettikleri günden bu yana çok zaman geçti! O dönemden bu yana Baygilde’nin başından çok şey geçti. Nerelere gitmedi, nerelerde çalışmadı. İşçiyken kaybolan tek kardeşi için az mı endişelendi? Onunla karşılaşır mıyım diye Verxnevralsk, Orenburg, Zlatovst, Bızavlık şehirlerinde taşçı, balta ustası, yük taşıyıcısı olarak yıllarını geçirdi. Yine de köyünü unutmadı. Yiğit olunca oraya dönüp aile kurdu. Ama şimdi köyünden kovdular. Sevdiği köyünü zorla unutturmaya çalıştılar. Evet, bu mu adalet? Bu mu adil kanun? Evet, niçin ona hüküm giydirdiler? Niçin kovdular? Ne kadar kötü bir şey yaptı ki?

      Bu haksızlık Baygilde ağabeyi ne yaptığını bilemeyecek kadar şaşkına çevirse de Zengin Kormoş, Ezmezulla Molla, Kör Sapıylar için hiç de şaşılacak bir iş değildi. Çünkü Baygilde ağabeyin bir yerlerde mollalara, zenginlere karşı iğneli sözler söylediğini, hiçbir şey yapmasa, böyle işlerde hünerli olmasa ve bunu açıkça bilseler bile anlattıklarının halktan çok gençlere tesir ettiğini görüp ondan kurtulmaya