Zamira Öztürk

Türkistan'da Dil Politikası


Скачать книгу

anlaşmalarda geçmekte ve kültürel kimlik ile bağdaştırılmaktadır. Bu tarz bir uluslararası anlaşma olmayışı da etnik unsurların dil haklarını garanti etmeyi sağlayamamaktadır. Örneğin Sovyetler Birliği döneminde Stalin, Rusçanın üstünlüğünü tüm Sosyalist cumhuriyetlere kabul ettirmek için dil hakkındaki tüm argümanlarını Rusların üstünlüğü temeline oturtmuştur. Dolayısıyla dil hakkı, toplum içerisinde baskın grupların rahatlıkla sahip oldukları bir olgu iken toplumun daha zayıf kesimleri bir takım nedenlerden dolayı bu haktan mahrum kalabilmektedirler (Arzoz, 2007, s. 4). Sovyetler Birliği döneminde Sosyalist cumhuriyetlere kabul ettirilen dil politikasına göre Rusçanın daha çok resmi işlerde, eğitim, bilim ve sanat dili olarak kullanılması ve vatandaşların da bu dili öğrenmeye yönlendirilmeleri yerel dil haklarına müdahale şeklinde değerlendirilebilir. Burada dil hakkını ihlal eden husus ise Rus dili taşıyıcısı nüfusun Sovyetlerdeki diğer dilleri öğrenme zorunluluğu olmamasına rağmen diğer etnik dil konuşurlarının Rusçayı öğrenmek zorunda kalmaları hatta Rusça ile ilişkilendirilen Kiril alfabesini yazı dillerine uyarlamalarıdır.

      Dil Politikası

      Dilin toplumu şekillendirici ve dönüştürücü etkisinden yukarıda bahsedilmişti. Sovyetler Birliği dönemi yöneticileri ve dilbilimcileri dilin bu özelliğinin farkında olduklarından, Orta Asya’da bulunan devletleri, Sosyalist yönetim sistemine uyumlu hale getirmek amacıyla dil politikalarını ekili bir şekilde kullanmışlardır.

      Birçok etnik grubun bir arada yaşadığı, farklı dillerin konuşulduğu, farklı dinlere inanılan geniş bir coğrafyaya egemen olmak isteyen Bolşevikler, “ulus kurmak” amacıyla, dili bir politika aracı olarak kullanmışlardır. Bu bakımdan hem resmi alanda hem de toplumsal boyutta aynı amaca hizmet etme ve aidiyet duygusu hissetme dil politikası sayesinde bir aşama kaydedebilmiştir. Böylelikle, çok geniş bir coğrafyada, çok kalabalık toplumları egemenlik altında tutan ve çok farklı kültürlere mensup insanlar tarafından uzun yıllar kabul edilecek bir yönetim kurulabilmiştir.

      Sovyetler Birliği döneminde ulusal dillere, resmî ideolojinin hâkim kılınabilmesi için sistematik bir şekilde müdahale edilmiştir. Bu anlayış, yeni kurulan rejimin devamlılığı açısından çok dilliliği bir tehdit olarak algılamıştır. Sovyetler Birliği içerisinde, iletişimin daha kolay ve sağlıklı sağlanabilmesi, yüzlerce dil ve lehçenin konuşulduğu topraklarda, tek bir dilin “norm” olarak toplumlara benimsetilmesi ile resmi bir politika görünümüne bürünmüştür (Calvet, 2011, s. 27). Bu politika, özellikle Lenin sonrası dönemde giderek ağırlık kazanarak varlığını sürdürmüştür. 1917 yılında, Sovyetler Birliği 9-45 yaş arası nüfusunun sadece %28,4’ü okuma yazma bilmekte ve hatta bazı bölgelerde hiç okuma/yazma bilmeyenlerin oranı %100’ü bulmaktaydı. Bu bakımdan, yeni rejimin ilk amacı yeni bir toplum ve gelişmiş bir sanayi yaratmak için eğitim oranını artırmaktı (Grenoble, 2003, s. 35). Böylece, yeni yönetim şeklinin ideolojisine uyum sağlayacak ve hizmet edecek bir taban kitle hazırlanılabilecek, aynı zamanda modern dünyanın güç yarışında geride kalınmamış olacaktı.

      Bu çerçevede, dil politikası kavramını tanımlamakta fayda bulunmaktadır. Calvet için dil politikası, “sosyal yaşam ile dil(ler) arasındaki ilişkilerle ilgili bilinçli olarak yapılan tercihlerin tümüdür.” Bu itibarla denilebilir ki; dil politikası herhangi bir grup tarafından dahi hazırlanabilir. Fakat dil politikalarının uygulamaya geçirilmesi süreci sadece devletin sahip olduğu bir yetki alanını ifade etmektedir (Calvet, 1993, s. 111).

      Dil politikası, dil düzenlemesinin ilk aşaması olup, karar alma sürecini tanımlamaktadır. Karar alma süreci içerisinde ilk olarak sorun tespiti yapılmakta ve sonra tayin etme aşamasına geçilmektedir. Tayin etme aşamasında, dilin yapısı belirlenmekte ve dilin sosyo-kültürel işleyişi ile standartlaşma aşamasının hazırlığı yapılmaktadır. Dilin sosyo-kültürel işleyişi, çok dilliliğin düzenlenmesi, millî/resmi dil seçimi ve dilin işlevlerinin seçilmesi gibi aşamalardan oluşmaktadır (Bosnalı, 2011, s. 31).

      Nikolovski (2017, s. 1-8)’ye göre dil politikası, diller arasındaki ilişkileri düzenleyen bir araçtır. Bir devlet içerisinde bir ya da birden fazla dilin kullanılmasına karar verilme sürecidir. Bu karar süreci, eğitim, basın yayın, askeriye, kamu kurumlarında vb. hangi dilin kullanılacağını kapsamaktadır. Özellikle Lenin sonrası dönemin bir özelliği olarak Sovyetler Birliği’nde durum bu çerçevede şekillenmiştir. Komünist rejimin daha etkin ve yaygın bir hale gelebilmesi için Rus dili, bir politika aracı olarak kullanılmış ve tüm resmi kurumların zorunlu dili haline getirilmiştir. Bu sayede, daha birleştirici ve kapsayıcı bir toplum ve yönetim modelinin oluşturulmasına çalışılmıştır. Bir başka deyişle, Sovyet Dil Politikası, “dil gelişimine bilinçli bir müdahale” olarak özetlenebilir (Yılmaz, 2014, s. 342).

      Özyetkin‘in 27.12.2013 tarihli Türk Dünyasında Dil Politikaları konulu Türk Ocağı 100. Yıl Sohbetleri şeklinde programında da belirttiği üzere dil politikası, kimlik, asimilasyon, yeni toplum yaratma, dilde standartlaşma, modernizasyon ve üst kimlik kavramları ile de doğrudan ilişkilidir. Sovyetler Birliği Dil Politikasının da işte tam da bu doğrultuda geliştiğini, Rusça dışındaki dillerin kullanım alanlarının sınırlandırıldığını, üst dil olarak Rusçanın kabul edildiğini ve alt-dil grupları yaratılmak suretiyle dil politikalarının bir yönetim modeline uyumsallaştırıldığını söylenebilir (Gökdağ, 2002, s. 93).

      Toplumların varlığını sürdürmelerinde önemli yeri olan dil aynı zamanda zamanın şartları ve çağın gereği olarak kendini yenilemesi ve canlılığının korunmasıyla ihtiyaçlara cevap veren bir özelliğine sahiptir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, dilin varlığının korunması da bir yönüyle dil politikası ile ilişkilidir. Dil politikası kullanım alanı olarak dilin işlevselliğini bastıran ve ortadan kaldıran bir araç olarak da kullanılabilir. Örnek olarak Sovyet dil politikasının, tüm Orta Asya devletlerinde millî dilleri resmî-siyasî etkinlikten uzaklaştırması verilebilir (Süleimenova ve Akanova, 2002, s. 671).

      Günümüzde dahi etkilerini ve izlerini sürdürmekte olan Sovyet dil politikası, çıkış noktası olarak Rusçanın yaygınlaştırılmasını amaç edinmiş, böylece dilin değiştirici, dönüştürücü ve bir amaca kanalize edici rolü kullanılarak bir Sovyet ulusu yaratılmak istenmiştir. Hruşçov’un “Herkesin Rusça konuşmaya başladığı anda Komünizm kurulacaktır” cümlesi dil politikasının siyasi bir araç olduğuna dair bir açıklama getirmektedir. Özellikle Lenin sonrası dönemde Orta Asya toplumlarının dönüştürülmeleri için dil ve alfabe önemli birer araç olarak kullanılmıştır. Dil politikasının tanımı açısından, Sovyetler Birliği döneminde uygulanan politikalar işte bu açıdan konunun anlaşılmasında daha belirgin ve açıklayıcı örnekleri içermektedir (Gökdağ, 2002, s. 683).

      Bu noktanın daha iyi anlaşılması için dilin işlevini de tanımlamak yerinde olacaktır. Dilin işlevlerinden biri de kimlik inşa etmektir. Dilin bu işlevi, dil politikasının karar vericileri tarafından sistematik olarak gündeme alınabilmektedir. Kimlik inşasının alfabe ve söz varlığı ile olan ilişkisi de göz önüne alındığında dil politikasının siyasi yönü daha belirgin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu noktada siyasi otorite dili doğal bir politika aracı olarak kullanabilmektedir. Örneğin İsrail, kuruluş aşamasında ve kuruluş hazırlık döneminde İbraniceyi canlandırma çalışmalarına ağırlık vererek dili birleştirici ve ulus kurucu bir unsur olarak kullanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinin ardından bağımsızlığını kazanan devletler de millî benliğe geri dönmek amacıyla dili, yine bir politika aracı olarak kullanmışlardır. Sovyetler Birliği sonrası bağımsızlığını elde eden ülkelerin millî dillerini resmi dil yapma ve işlev alanını geliştirme çabalarında acele etmeleri bir bakıma Sovyetler döneminde uygulanan