Zamira Öztürk

Türkistan'da Dil Politikası


Скачать книгу

(Karam, 1974, s. 110; Fishman, 1971, s. 300). Çıktıların ve politikaların özümsenmesi çabaları ise sırasıyla; hazırlanan dil bilgisi, yazım kılavuzları, sözcük listeleri ve okullardaki eğitim-öğretim programlarını kapsamaktadır (İmer, 1998, s. 70). Haugen modelinde ise uygulama, bir yazarın, kurumun ya da hükümetin, toplumun iletişim aracı olarak belirlenen ve seçilen ve kodlanan bir dil biçimini benimseyerek yaygınlaştırması ile alakalı etkinliğini içererek eğitime dayalı yaygınlaştırmayı ifade etmektedir (Haugen, 1983, s. 274).

      Modernizasyon bir dilin çağın şartlarına ve gereklerine paralel olarak geliştirilmesi ve çağa uygun bir iletişim aracı olmasını ifade etmektedir. Bu süreç, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan toplumları kapsayabilmektedir. Buna göre, çağdaş ve gelişmiş toplumlar, zamanın şartlarına bağlı olarak, dillerini modernize etmekte ve daha uygun bir zenginleştirme yolunu seçebilmektedirler. Bilim çağının giderek hayatın tüm alanlarına hâkim olması, yeni ürün ve hizmetlerin üretiminde yeni sözcüklerin kullanılması sonucunu doğurmaktadır. Buna göre, bir zamanlar toplumun hayatında hiç var olmamış ürünlere çağımızda yer verilmekte ve bu ürünler toplumun dilinde kendine birtakım isimlerle yer edinmektedirler (Aliyeva, 2005, s. 35-36). CD, DVD, USB, selfie, televizyon, radyo, telekomünikasyon, telefon vb. kelimeler örnek olarak verilebilir.

      Bu çerçevede, terimsel çağdaşlaştırma ve biçimsel gelişme terimlerine kısaca değinmekte fayda vardır (Haugen, 1983, s. 273).

      Terimsel çağdaşlaştırma denildiğinde, bir bilim dilinin sözlü ve yazılı olarak başkalarına aktarılmak üzere kullanılması anlaşılmaktadır (Köksal, 1983, s. 12). Köksal (1983, s. 12)’a göre bir dilin bilim dili olarak değerlendirilmesi için kullanılan ölçütler, çağın gerektirdiği yeni bilimsel bulguların ve araştırmaların dünyaya ilk kez açıklanması, sadece belli bir alanı kapsayan sınırlı birkaç alanda elde edilen bilimsel bulguları dünya kamuoyuna ilk kez açıklamak ve tüm bilimsel alanlarda özellikle üniversite ve yüksekokul düzeyinde dili öğrenim dili olarak kullanmak şeklinde sıralanabilir.

      Biçimsel gelişmeden ise dilbilgisi ve söz varlığının gelişmesi, farklı biçemlerin geliştirilmesi anlaşılmaktadır. Bu sayede bir dil, eski işlevleri yeni bir yol ve metotlarla karşılamaktadır (Bartsch, 1987, s. 278). Böylelikle, dilde zamanın şartlarına uyumlu gelişme kaydedilmekte ve söz varlığı ile sözcüksel yenileşme konusunda olumlu bir evrilme sağlanabilmektedir.

      Takip eden bölümde, dili sahiplenen ve ona standart bir görünüm kazandıran politikaların ana unsuru olan devletin ve o devleti oluşturan ulusun da açıklanması ile konu biraz daha anlaşılır bir boyuta taşınabilecektir.

      ULUS VE ULUS DEVLET KAVRAMLARI

      Ulus kavramı, 19. ve 20. yüzyılda dünyanın kaderini değiştiren gelişmelerin önünü açması bakımından son derece önemlidir. Bu kavramların ortaya çıkışı büyük ve çok etnili imparatorlukların dağılmasından tutun da çıkar ve toprak paylaşımlarına kadar, insanlık tarihinde derin etkiler bırakmıştır. Bir ulus olmayı başaran toplumlar, bir arada kalabilmek için milliyetçi söylemler de geliştirmiş ve üstünlük yarışı kimi zaman insanlığı dünya savaşlarına sürüklemiştir. Bunun yanında ulus olmayı başaran toplumlar doğada hazır olarak buldukları düzene eklemeler yapmak suretiyle modern kültürün oluşmasına da katkıda bulunmuşlardır. Ulus bilinci gelişen toplumlar aynı zamanda kendi gelenek ve tecrübelerini dünya mirasına tanıtma fırsatını da bulmuşlardır. Denilebilir ki ulus, insanlık tarihinin son birkaç yüzyılında önemli izler bırakan bir sosyal mühendislik gerçeğidir.

      Ulus

      Dünya tarihinin son iki yüzyılı en meşru yönetim yapısı olarak ulusun ön plana çıktığı bir dönemi yaşamıştır. Bu dönemde özellikle milliyetçilik ilgi ile karşılanmıştır. Bu durum da ulus sayesinde milliyetçiliği en etkili siyasi ilke haline getirmiştir (Heywood, 2014, s. 119).

      Uluslar ayrıca dünya tarih sahnesine burjuva devrimleri ve kapitalist sistemin şartları sayesinde çıkmışlardır. Buna göre kapitalist sistemin öncesinde insanlık tarihinde ulusallaşmış bir devletin olduğunu söylemeye imkân yoktur (Yusufoğlu, 2010, s. 75). Çünkü kapitalist sistem bir bakıma toplumsal hareket alanını genişletmesi açısından yeni ve bütünleştiren bir fikrin önünü açmıştır. Kapitalist ekonomi düzeni ile insanlar ortak çıkarlarının farkına vararak benzer çıkarları korumanın peşine düşmüşler ve ulus bilinci ile bunu tamamlamışlardır. Aynı çıkar doğrultusunda hareket etmenin yolu birbirine benzeyen insanların bir araya gelmesinden geçmiştir.

      İnsanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz ulus düşüncesi ilk olarak 1689 yılında İngiltere4’de vatandaşlık hakkının kabul edilmesi ile ve anayasal monarşinin ulusal egemenliğe temel oluşturması sayesinde ortaya çıkmıştır (Leca, 1998, s. 22). Amerikan ve Fransız devrimleri ile birlikte ulus düşüncesi evrensel bir görünüme bürünmüştür. Buna ek olarak Birinci Dünya Savaşı’na kadar ulus fikri insanların daha özgür yaşama, bağımsızlık talepleri, demokratik yönetime duyulan özlem ve ihtiyaç ve özgürlüğe ulaşma amaçlarıyla aynı anlamda kullanılmıştır. Bu dönemde ulus fikri devlet içerisinde bulunan tüm unsurların yönetime katılması şeklinde vücut bulmuştur. Hatta ulus fikrinin erken dönemlerinde azınlıkların dahi yönetime katılmaları düşüncesi ulusçuluğun bir gereği olarak kabul edilmiş ve bu fikirden ayrı tutulmamıştır (Schnapper, 1995, s. 17).

      Ulus kavramını “ülke” ve “devlet” ile de karıştırmamak gerekir. Ulus kendine ait özellikleri bulunan ve ortak bir kültür mirası ile birbirine bağlanmış olan insanlar topluluğu ifade eden kültürel bir oluşumdur. Hatta ulusların illa bir toprak parçasına sahip olmaları dahi şart değildir. Aynı kültürel miras ile birbirlerine bağlı olmaları ulus olarak kabul edilmeleri için yeterlidir. Örneğin 20. yüzyılın başlarında Afrika’da toprak parçasından yoksun olan birçok ulus bulunmaktaydı. Bu ulusların ortak özelliği ise yabancı sömürgesi ve idaresi altında bulunmalarıdır. 1991 yılına kadar Orta Asya’da bulunan Sovyetler Birliği idaresindeki birçok devlet ve Büyük Britanya’nın sömürgeleri de örnek olarak gösterilebilir. Hatta Yahudilerin 1948 yılında İsrail’i kurmalarına kadar topraksız bir ulus olmaları konuyu daha iyi anlamak açısından yararlı olacaktır (Heywood, 2014, s. 120).

      Ulusun belirleyici birtakım özellikleri şöyle sıralanabilir (Yusufoğlu, 2010, s. 77-79):

      1. Dil Birliği: Dil birliği ulusun belirleyici özelliklerinden birisi olmasına rağmen tek başına yeterli değildir. Örneğin dünyada İngilizce konuşan İngilizler, Amerikalılar ve Kanadalılar sırf bu dil nedeniyle aynı ulus olarak sayılmazlar. Günümüzde Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye de aynı kökten gelen dile sahip olmalarına rağmen bu ülkelerin vatandaşları kendilerini aynı ulus içerisinde değerlendirmezler. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi dil birliğinin yanında farklı birtakım etmenlerin de bir araya gelmesini gerektirir.

      2. Kültür Birliği: Bu etmen dil birliği ile birlikte ulusun belirleyici diğer bir unsurunu oluşturmaktadır. Kültür birliğinden anlaşılması gereken ise ortak bir geçmiş ve hatıra birliğidir. Dil ve kültür kavramları bir araya geldiğinde ulus olgusunun temellerini oluşturmaktadırlar.

      3. Toprak Birliği: Her ne kadar toprak birliği bir ulusun oluşması konusunda kurucu unsur olmasa da ulus bilincinin gelişmesine zemin hazırlaması açısından gerekli bir etmendir. Toprak birliği sayesinde ortak bilinçle bir araya gelen topluluklar gerekli gelişim şartlarını elde edebilirler.

      4. İktisadi Birlik: Bir arada yaşama arzusunda olan ve ortak geçmişi ile ortak kültür zemininde buluşan topluluklar aynı çıkarların etrafında örgütlenerek bir bakıma iktisadi bir ortaklık