Yerlan Sıdıkov

Şakarim


Скачать книгу

vermeyi reddeden Abay’ın bu davranışı Kazakların onunla ilgili “bilmece-insan” fikrini daha çok pekiştirdi. “Kunanbay’ın evlatları halkın ikiye bölünmesine sebep oluyorlar. Tüm yıl boyunca fakirleri doyurmak istiyorlar, fakat yoksullara yardım etmek uğruna aş vermekten vazgeçseler zenginlerin hoşuna gitmez bu durum. Bunları da, ötekileri de memnun etmek imkânsız.” diyordu sakinler.

      Bu şekilde düşünen insanlar bir yandan haklılardı, çünkü göçebe düşünüşün özelliğidir bu. Kazaklar cenaze yemeğinin verilmemesine, kurbanlık atın kesilmemesine akıl erdiremiyorlardı, fakat Abay daha akıllıydı. O, bunun bir medeniyet çatışması olduğunun farkındaydı. Cenaze aşı verme geleneği Kazak halkının Türk kökenine uzanmaktadır. Bu, Türk atalarımızın Gök Tanrı’ya, ervahlara inandıkları asırlar öncesinden gelen eski Tengricilik geleneğidir. XIX. asırda yerleşik çiftçiliğin sıkıştırdığı göçebeliğe has idare yöntemindeki kriz koşullarında aşın verilmesiyse her göçebe aileyi iflasa sürükleyebilirdi. Abay ise eski çok masraflı anma törenlerinin yerine fakirlere Müslüman’ca bağış yapmayı tercih ederek külfetli geleneği en azından bu şekilde durdurabileceğini ümit ediyordu. Merhumu anma ayinleri buna dâhil olmak üzere tevazuu emreden İslam’a dayanarak o, eskiden beri devam eden Tengricilik’le İslam çatışmasını da açığa vurmuş oldu.

      Kazak manevi sahasında bugüne kadar hem Türk, hem İslam unsurlarının bir arada yaşamasının özel bir anlamı vardır. Burada hem yeni, hem eski dini unutturmayan hafıza arketipi önemli rol oynamaktadır.

      Aslında Abay aş vermek için gereken imkânlara sahipti, fakat o, kendi manevî arayışlar ateşinde tüm halkın dünya algılayışını temizlemeyi çoktan aklına koymuştu ve sanki XX. asrın ilk yarısında başlayan yeni medeniyetin keşfini önceden hissetmişçesine işe kendisinden başladı.

      1887’den itibaren on iki yıl boyunca arka arkaya Şakarim kadı olarak seçildi ve çeşitli anlaşmazlıkların çözümünde işlerini nahiye müdürleriyle başçavuşlar düzeyinde yürüttü.

      Bu durum onun Abay etrafında gelişmekte olan edebî sürece dâhil olmasına engel değildi. Turagul, babam Abay hakkında şöyle yazıyordu: “ Eğitim dönemi olarak adlandırılabilecek yıllar geldi. Artık sohbetler esnasında hayatın anlamıyla ilgili konuların dışında hiçbir konuya yer verilmiyordu. Aramızda en önemli olan Şakarim’di. Biz tıpkı çalışkan öğrenciler veya Müslüman medresesindeki talebeler gibi Abay’ı dinliyor, durmadan hakikat hakkında tartışıyorduk.

      Muhtar Avezov, Turagul’un sözlerine -Abay’ın akrabaları ve hayatıyla- şunları ilave ediyordu: “1889’dan itibaren Abay’ın bilgisi ve insani nitelikleri karşısında büyülenen meraklı gençlik için onun obası bir çeşit büyük eğitim medresesi haline geldi. Abay hocaydı, onu dinleyen girişimci ve enerjik gençlerse talebeydi. O akrabalar, yakınlar ve yeni nesil için önemli bir eğitmen haline geldi. Abay, kendisini dinleyen gençleri arzuladığı insan severliğin zirvesine yeni bir yoldan götürmek istedi. O hayatını idareciyken yaptığı tek bir hatayı bile gizlemeden, kendi mizacı içinde kapanmadan, sorumluluğu reddetmeden anlatıyordu ve gençleri onun hatalarını yapmamaya davet ediyordu. Bazı gerçekleri şiirle, bazılarınıysa sade sözle dile getiriyordu. Uzun sohbetlerinde o sadece temiz yoldan yürümeyi nasihat ediyordu. İnsanlara adalet, dürüstlük, sevgi, onur, mantık, özeleştiri gibi gerçek insan özelliklerini aşılıyordu.”

      Abay’ın resmî bir şiir okulu yoktu. Zaten o da bu veya şu şairin kendini usta olarak görmesi konusunda ısrar etmiyordu, fakat genç şairlerin şiirlerini tahlil edip eleştirmenin yanı sıra onlara üslup, şekil ve yazı tekniğinin güzelleştirilmesi hususunda tavsiyeler verme fırsatını hiçbir zaman kaçırmıyordu. Artık özgün söz ustası olarak tanınıyor olmasına rağmen o, Şakarim’e bile şairlik hünerini öğretmeye devam ediyordu.

      Abay’ın etrafında yavaş yavaş kendini şiir sanatına adamak isteyen yetenekli Kazak gençler toplanmaya başladı.

      Sanat okulu sürekli faaliyet gösteren türden değildi. Gençler bazen tek tük, bazen de grup halinde geliyorlardı. Bazen talebeler onlarca kilometre ötedeki obaya doğru hocalarının orada misafirlikte olduğunu ve resmi olmayan şiir okulunun diğer üyelerinin de oraya gittiğini duyup yola çıkıyorlardı.

      Onları Abay’ın şiirlerine duydukları hayranlık birleştiriyordu. Bazen onların mısraları da bu kadar güçlü estetik izlenim bırakıyordu insanlarda. Hayranlığın hiç kaybolmadan çevredeki dünyanın Abay’la birlikte oluşturulan şiirin izdüşümü olduğuna dair içgüdüsel duyguyu uyandırması kayda değerdi.

      Edebî arayış yılları boyunca şiir okulunda Şakarim’den başka beş yetenekli talebe daha Abay’ın hep yanındaydı.

      Abay, genç şairlerin eserlerini incelemekle yetinmeyerek 1889 yılının sonbaharında onlara uzun şiir yazmayı ödev olarak verdi. Aynı zamanda onlara Doğu şiirinin kanunlarına göre her gerçek şairin kendisinden sonra en az beş uzun şiir bırakması gerektiğini hatırlattı. Talebeler, konuları hocalarına danıştıktan sonra manzumelerini yazmak üzere ayrıldılar. Şakarim şiirinde Kalkaman’la Mamır hakkındaki tarihî dramı canlandırmak istedi. O hiç zorlanmıyordu. Sevdiği “Binbir Gece” masalının kahramanları gözlerinin önüne geliyordu. Yazdığı şiirde Şakarim kahramanların niteliklerini tasvir ederken onların arzularıyla yaşıyordu. 1890 yılının ilkbaharına doğru o “Kalkaman’la Mamır” adlı destanını tamamladı. Şiir severler arasında söz konusu manzume hemen meşhur oldu. “Unutulan” lakabıyla 1912’de yayımladığı destanının “Kazak Dilindeki Tarihî Hikâye” adlı önsözünde Şakarim şöyle diyor: “Bu hikâye, Orta Cüz Kazakları’nın “Yalın Ayak Kalabalık” şeklinde bilinen felaket yıllarında Kalmuklar’dan yenilmeden kısa bir süre önce Sırderya kıyısı boyunca göç ettiği sırada meydana gelmiş gerçek bir olaya dayanmaktadır.

      Eskiden Kazaklar, Kalkaman’la Mamır’ın aşkını hoş karşılamasalar da, günümüzde ön yargısız insanlarımız onların suçsuz olduğunun bilincine varıp her ikisine dualarında yer vermektedirler.

      Ölüleri diriltemeyiz, fakat sönmüş ateşi tekrar yakabiliriz. İşte bu düşünceden yola çıkarak karşınıza yüz doksan yıllık unutulmuş bir hikâyeyle çıkıyorum. Hikâye Aksakalların bile hafızasından silinmek üzere. Sevgililer şimdi hayatta değiller, hiç olmazsa izleri kalsın, diye düşündüm. Bizim izlerimizin de kaybolabileceğini akıldan çıkarmadan…”

      “Kalkaman’la Mamır”, Kazak yazılı edebiyatında millî tarihten alınmış bir konuya dayanılarak yazılan ilk destandır. Üslubu iyi işlenmiş olan eser, konu ve fikir bakımından günümüzde de ilgi görmektedir. Manevi açıdan bir yandan Eski Türk inançlarına, diğer yandan İslam geleneklerine dayanan manzume, gerçeği yansıtmakla birlikte derin anlamlar da içermektedir.

      Destanın konusu, Tobıktı Uruğunun iki genci arasındaki büyük aşkla ilgili halk efsanesinden alınmıştır. Mamır, erkek evlat hayal eden zengin ailenin tek kızıdır. Belki bu sebeple anne babası onun erkek gibi giyinmesine müsaade ediyorlar. Tüm hür bozkırlılar gibi küçüklüğünden beri at üstünde olan kız, çobanlık yapmaktan kaçmıyor, ailesinin ve sakin hayvan sürülerinin yaşam ritmine ayak uyduruyordu.

      Kalkaman, Kazak toplumunun nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olan Anet-Baba’nın yeğenidir. Gençler birbirine âşık oluyorlar, fakat kız, sevgilisini şu sözlerle uyarmaktadır:

      Eskiden evlendirmezlerdi kan bağı olanları;

      Verebilirler bize ölüm cezası.

      Kendim için değil, korkuyorum sizin için.

      Ben kurban olayım, yeter ki yaşayın