bu zenci kadını, bu insaniyetin, medeniyetin düşüncelerine hicap fırtınaları salıyorken gölgesi, ne kadar hürmet edilecek bir seciyeye malikdi…
meşbu: dolu-doymuş
mâli: çok, fazla dolu
tâli: (metinde) talih, kısmet, baht
yeisengaz (ye’s): ümitsizlik, ümit kesme
nagehani: ansızın, birden bire
müzehep (müzehhep): yaldızlanmış, altın suyuna batırılmış
(Not:“Gündüz Nene” adlı hikayenin “üst başlığı”nda 12 Mayıs 1926 tarihinde Kitira Adası’nda yazıldığı kaydı yer almaktadır.)
Kışın şiddetli bir zamanı idi.Sonbahardan bugüne gelinceye kadar bazen mutedil, bazen soğuk ve rutubetli günler ve geceler memlekette pek bol olan dilencileri, sefil ve hasta çocukları, fakir ve alil ihtiyarları sık ve meşum bir elekten elemiş, sıcak çayhanelerin, pek mülâyim salonların iştihaver kokularla meşbu lokantaların müziç sadakacıları, kudurmuş bir rüzgârın önüne katılarak nihayet bulmaz hedeflerin meçhul derinliklerine sürülen hazan yaprakları gibi mahvolup gitmişlerdi.
Kasabanın bekçileri, tenha yollardan mektebe giden çocuklar, her gün birer ikişer fakir cenazesi haber verirler, açlıkla soğuğun acı kamçıları altında inleye inleye mahvolan bu zavallıların kadit haline getirmiş kuru cesetlerini sürüklemeye çalışıyorlardı. Kış bu sene pek merhametsizdi. Soğuk bir şimal rüzgârı bu zengin kasabanın dar sokaklarında Kanun-u evvelin hırçın kraliçeleri gibi saltanat sürüyor, tiz ışıklar, acı iniltilerle insanın kalbine derin bir korku ilka ediyordu. Bir Cuma sabahı idi. Hafif bir güneş, soluk ve sönük şuası ile kâinata hercai bir kadın tebessümü göndererek bulutların arasına girmeye çalışıyordu. Memleketin bütün keyif ehli kimseleri, sıcak çayhaneler, geniş ve ılık salonlarda soğuğun şiddetinin bir iki bardak çay ile yarım saatlik asude bir zamanının teselliaver tesirlerine gömmek ile meşgul idiler. Oturduğum gazino, memleketin en zengin tabakasına mensup şahsiyetlerinin aramgâhı idi. Soba, dışarıdaki sabah ayazının dondurucu iğnelerine meydan okur gibi dolu ve gürültülü idi. Herkes bu geceki hararetin dehşetli sükûtundan bahsediyor, odun kömür bahsi sıcak çay kadehlerinin tesiriyle, hararetlendikçe hararetleniyordu. Bir aralık mevzu dilencilere, sokaklarda donanlara intikal etti. Bu bahis başlar başlamaz, kahvehanenin sahibi kendisine mahsus koltuğunun üzerinde doğruldu. Elindeki kehribar tesbihi yarım çay kadehinin kırmızı çizgili tabağına bıraktı ve bir “hele şükür”le başlayarak kışın şiddetini, Cenab-ı Hak’ın dilenciler üzerine bir gazabı olmak üzere tefsir ve Arzu-ı İlâhi’nin de bunda pek ziyade isabet ettiğini ilâve etti. Muhabbet açılmıştı. İri tüylü, kalın kürkünün altında cılız bir çocuk gibi kalan efendi: -Evet Ahmet Ağa, dedi. Bu sene dilencilerden çektiğimizi Halik elbette görmüştür. Yevmiyeler doksan frank, iş pek bol iken onların kapı kapı dolanmaları ayıp değil mi? Diğer taraftan başında silik bir fes, gözlerinde siyah çerçevelerle bağlanmış, yüzünde bir güzellik bulunan zat atıldı: -Yahu, hakikaten, kışın geldiği günden beri, hiçbir dilenciye tesadüf edemedim. Bunlara ne oldu? Kahveci: -Geberdiler be efendim, diye bağırdı. Hele şu Arnavut Ali’nin hamamının külhanında her gün ikişer üçer kişinin laşesi çıkarılıyor. Ali Ağa da aklınca bu elin nankörlerine iyilik edecek de, onlardan hayır görecek… işte bu sırada idi. Kalın bir su buharı tabakasıyla örtülmüş olan pencerelerin dış tarafında muhteriz ve titrek bir gölge belirdi. Rüzgârın acı darbelerine karşı bin müşkülat ile göğsünü muhafaza etmeye çalışan bu hayal, korkar bir vaziyette elini kapıya götürdü. Herkes de başını kapıya çevirmiş; bütün nazarlar içeriye muhterizane girmeye çalışan yırtık elbiseli zayıf şahsa tevcih edilmişti.
Bu, tahminen on sekiz yaşında bir dilenci çocuğu idi. Kendisini yazın, Belediye Hastanesi’nin kapısı önünde, baygın bir halde yatarken görmüştüm. Hastanede epey bir müddet tedaviden sonra pek zayıf olarak çıkmış, son devreyi bulmuş bir verem müptelâsı zan olacak kadar bir zatürre düşkünü idi.
Gayet hazin bir çehresi vardı. Zayıf simasının sarılıkları içinde eski bir güzelliğin perakende döküntüleri sızlıyordu. Kendisini her vakit görürdüm. Bilmem nasıl bir his, bana bu zayıf çocuğa karşı merhametten ziyade, hürmet telkin ediyordu. Bilemiyordum; hayatını bu kadar soğuk bir maşrapadan içen, gençliğinin en tatlı zamanlarını çayhanenin mütekebbir müdavimlerinden hayatı dilenmekle geçiren bu çocuk, nasıl bir içtimai facianın kurbanıydı?
Hastaneden çıktığı vakit kış henüz başlamış, işsizlik, kanatlarını meşum bir baykuş gibi fakirhanelerin üzerine germeye başlamıştı. Zaten bu çocuğun zafiyeti de iş yapmasına müsaade etmiyordu.
Yavaş yavaş hissedilecek bir korkuyla, kahvecinin sedirine kadar gitti. Pek hazin ve hıçkırıklı sesinin kahveciye:”Efendi peder” diye ettiği hitabın aksini işitiyordu. Her halde bir şey istiyordu. Bunu anlamaya vakit kalmadan kahveci gürledi:
–Haydi git, sobanın başına oturacaksan otur, dedi. Soba başına oturttuğuma dua etmiyorsun da, bir de çay istiyorsun.
Defol, diyorum! Diye bağırdı. Tembel küçük, tembel paraların beni adam mı edecek?
Müşterilere dönerek devam etti:
–Bak bir kere; parası ile değil mi imiş, bir bardak da çay istiyormuş, soğuktan donuyormuş. Arnavut Ali’nin külhanında itişerek yazı geçirmeseydin de, çalışsaydın. Şimdi senin veremli, öksürüklü ciğerlerine çay bardağı verip de, bu kadar müşterimi mi iğrendireyim?
Çocuk döndü. Gözlerinden iki şeffaf damlanın zayıf yanakları üzerine yuvarlandığını gördüm. Göğsü boğucu hıçkırıklarla inip kalkıyor, çehresine böyle köpek gibi kovulup tahkir edilmeye alışmamış olanlara mahsus bir kırmızılık yayılıyordu. Bütün şiddetiyle etrafa latif bir hararet neşreden sobanın yanına kadar geldi. Bir sandalyenin kenarına ilişerek bir şeyler söylendi. Gözlerinden yaşlar akarken ellerini sobanın etrafında gezdirdi.
Diğer tarafta, herkes bitmez tükenmez bir iştiha ile büyük çay bardaklarından hararetle mayiini içiyor, bu müstakire dilencinin huzurundan bizar olduklarını göstererek sahte bir kibarlık taslamak isteyenler suratlarını ekşitip kahvecinin dilenciye değil, vicdana karşı okuduğu hitabeyi takdir ediyorlardı.
Bu muamele kalbimde tamir edilemeyecek bir acılık bıraktı. Beynim fena halde karıştı. Bu ne kadar insaniyetsizlik idi. Bir dilenciye karşı, hatta ne olduğu bilinmeyen, nasıl bir kabahatin mahkumu olduğu tanınmayan böyle zayıf ve aciz bir çocuğa karşı bu ne gadr ne müthiş ceza idi.
Derhal ellerimi vurdum. Efendisinin hitabetinden memnun olduğu anlaşılan garson, pek beşhuş bir yüzle geldi. Büyük bir bardak çay emrettim. Sesimin heyecanı, vaziyetimin dikkati çeken bir şekle girmesi, kahvehane halkının nazarı dikkatlerini üstüme celp etti.
Biraz sonra çay geldi. Dilenciyi yanıma çağırdım. Herkesin bakmaya iğrendiği bu öksürüklü, bu titrek çocuğa çay bardağını uzattım ve huzuruna hitaben:
–Efendiler, dedim. Merak etmeyiniz! Bu bardak da, içindeki çay da, bu dilencinindir. Yalnız biliniz ki, onun ve onun gibilerin iğrenç hallere girmeleri biz namuslu, malumatlı insanların insaniyet ve cemiyet mefhumuna yabancı kalmamızdandır. Bu sıcak ateşin karşısında, sıcak çay içmek hakkı bilmem bizim mi, yoksa bizden ziyade bu dilencilerin mi? Hangimiz buna daha ziyade muhtacız? Bu adamlar çalışmıyorlarsa, bu adamlar tembel iseler, bu adamlar hastalıklı, öksürüklü, veremli ve iğrenç iseler, bunlar cemiyet-i beşeriyetin birer muzır mikropları, hayırsızları, canileri oluyorlarsa, mesuliyet bize aittir. Bunları terbiye etmek, onlara iş bulmak, mektepleri maarifi tamim ve teşmil eylemek, sefilleri