Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

KIZ

      Ressam arkadaşımın resim sanatındaki kendine özgü duruşunu, hayatı boyunca durmadan çizdiği tabloların gerçek değerini anlayamamışım. Gerçeği söylemek gerekirse, ben onun çizdiği resimlere pek fazla ilgi duyan, önem veren ya da onlara bilinçli olarak bakan biri olamadım. Yazık, yanılmışım.

      Ne diyebilirim ki, başkentli bir yazar olarak açıkça söylemem gerekirse, taşralı bir ressamın arayışı ve çabalarına kibirle baktığım, onu önemsemediğim anlarım da olmuştur. Bölge merkezindeki eski tren garının peronuna ayağımı bastığım an el çantama yapışıp, iş seyahatim sona erdikten sonra dönünceye kadar her türlü ihtiyacıma koşturmaya, işimi yapmaya hazır güler yüzlü, samimi bir dostun iyi niyetini, bir çift güzel sözünü bekleyen birinin dalkavukluğu olarak yorumladığım anlarımı da gizlemek istemiyorum…

      “Birine hocam, hocam dersen, o seni kulu bilir!” derler, yıllar geçtikçe onun bu iyi niyeti ile samimi hizmetine bünyem alıştı, ezelden böyle olması gerektiği gibi bir hisle kabullenmeye başladım. Bunun yanı sıra her şeyden şikâyetçi, suçlayıcı tavrım ve kibirimle onun olur olmaz şeyleri pek umursamayan saflığı, gamsızlığı yanyana geldiğinde sonraki öncekine yol vererek elindeki çantasını alıp, hep peşinde gezecekmişim gibi görünürdü.

      O, üstü başının, kılık kıyafetinin tertibi ve temizliğine de pek önem vermezdi. Ne zaman karşılaşsak, saçı sakalı uzamış, kıyafeti kirli ve bakımsız dolaşırdı. Bazen bir iş vesilesiyle bu bölgedeki makam sahibi insanlarla görüşmeye geldiğimde onu dışarıda, kapının önünde bırakırdım. O, buna zerre kadar küsmez, alınmazdı. Aksine omzundan ağır bir yük kalkmışçasına, göğsünü gererek daha rahat nefes almışçasına sevinirdi.

      Açıkçası onun bu keşmekeşliğinden içten içe iğrenir, kendimden uzak tutmaya çalışırdım. Tarak denilen nesnenin dişi geçmez gür ve kıvırcık saçları tarlada biten yaban otu gibi sığ ve kabarıktı her zaman. Tüm ağırlığıyla siyah kaşlarının altında eziyormuşçasına zar zor görünen kısık gözleri gönlümde acıma duygusu yaratır ve gözlerimi ondan çabucak kaçırmak için acele ederdim. Kalkık kısa burnu… Özellikle pek çok sofrada birlikte yemek yediğimiz anlarda kendi kendine ter basarak burnunu tekrar tekrar çeken kötü alışkanlığını hiç sevmezdim.

      Sonraki yıllarda kitaplarım sık sık yayımlanıp ta halim vaktim düzelince yeni bir araba satın aldım ve bundan sonra iş seyahatlerime kendi arabamla gitmeye başladım. Geçen yaz onların eyalet merkezinde karşılaştığımız gün “buralara geleceğinizi neden haber etmediniz, bizzat karşılardım sizi” diyerek, sitem edişi halen aklımdadır.

      O, bir keresinde benim zamanımın sıkışık olmasına bakmaksızın yalvarırcasına ricada bulunarak, elimden çekiştirip beni kendi atölyesine götürdü. Şimdi tam anımsamadım ama ya enstitü ya da kolejin deposu olan köhne bir binanın daracık odasıydı. O, içeride rahatça hareket ederek, ilgilenme imkânının olmadığını söyleyip, ucuz sıradan çerçevelenmiş tablolarını bir bir çıkardı ve temelini su bastığı için kırmızı tuğlaları erimeye başlayan duvara sırayla yaslayarak, dizmeye başladı.

      Güneşli bir bahar günüydü. Tabiatın tüm renkleriyle parlaklığını gösterdiği, başka renkleri küçümseyerek mağrurlandığı zamandı. Onun etkisinden midir, ressam arkadaşımın tabloları tabiatın tablosu karşısında sönük kalmış ve gülümseyen güneşin gözünden “utanırcasına” biçimsiz gözükmüştü. Ben de fikrimi tam ifade edememiş, gözümü birinden diğerine kaçırıp bir şeyler söylemeye çalışmıştım.

      O, yemyeşil çayırın üstünde el ayağını açarak, çırıl çıplak yatan tombul bebeğinin çizildiği tablosunu eliyle işaret ederek:

      – İşte, şu resimde ne görüyorsun? – dedi, benim bilmediğim bir sırrı içinde gizlercesine iki gözü kıvılcım saçıyordu. – Bu, evrenin çocuğudur. Şuradaki, onun babası… Babasının iki gözbebeği her hareketini gözünü ayırmadan izliyor!

      O, tablodaki sabah vaktinde gökte kalmış iki yıldıza benzeyen sönük iki noktayı gösterdi. Ben kendimin profesyonel bir resim uzmanı ve eleştirmeni olmadığımı, bundan dolayı güzel sanatların sırlarına derinden bakamayacağımı söyleyerek, kendimi savunmuş oldum.

      – Hayır, -dedi o, kafasını sallayarak ve katiyen katılmadığını belirterek, anlamalısınız! Çünkü siz de, ben de, genel olarak dünyadaki insanların hepsi de evrenin çocuğudur!

      – Demek, bu tablonun adı da böyle…

      – Haklısınız! -dedi, o iki gözü kor gibi ışıldayarak. – Öyle adlandırılır. Buna ondan başka isim bulmak ve başka isim vermek mümkün değil!

      Bundan sonra o kendi tablolarındaki düşüncelerin hepsinin de uzayla ilgili olduğunu, çünkü ressamın bilincine yerleşip fırça vesilesiyle ortaya çıkmaya çabalayan fikirlerin hepsinin de evrenden ulaşacağını hiddetlenerek, söyleyip bana daha da derinlemesine anlatmaya çalıştı.

      Fikir dediğimiz, uzayda süzülerek dolaşan soyut bir şuurdur. Orada onların sahibi de, dağıtıcısı da yoktur. Fakat onlar yavaş yavaş dünyaya, yeryüzüne doğru inerek kimi insanların bilincine yerleşip resim, müzik veya söz sanatı vasıtasıyla yayılır. Onları yayanr, dağıtanlar ise ressam, besteci, yazar ya da filozof olarak adlandırılırlar.

      Elbette, ressamın yeteneğini, yaratıcılık arayışını kimse göz ardı edemez. Çünkü belli bir zaman aralığında sırasıyla yeryüzüne yaklaşan evrensel fikirler tam o sırada bir değil, birkaç yetenekli insanın beyinleri, radarlarını kendi içine alır. Fakat bilgileri almak gibi onu hazmederek, işleyip tekrar yayması da var, değil mi? İşte, bizim yetenek, arayış ve yenilik dediğimiz de bu!

      Kim kıvrak zekâlı, araştırma meraklısı ve en önemlisi çalışkan olursa o evrensel fikri diğerlerine nazaran daha hızlı bir şekilde yayabilir. Daha sonra: “Keşke, o düşünce benim de aklımda olsaydı!” der gibi diğer insanların içinde bir hayranlık, pişmanlık ve dahası kıskançlık da doğar.

      O zaman ben de “doğru ya” diye düşünmüştüm. Fakat bu yenilik, bizim alıştığımız gibi her gün basında, radyo ve televizyonda sık sık dile getirilerek, yüksek kürsülerde sıklıkla söylenmediği için onu tekrar düşünmemiştim.

      Onların yaşadığı eyalet merkezine bu sefer geldiğimde yakın bir tarihte tanıştığım varlıklı bir kişinin evinde, zengin sofranın başında otururken sohbet arasında ressam arkadaşımın bundan bir ay önce vefat ettiğini duyunca her zaman yanımda gezen yardımsever, değerli ve masum insan bana küserek hiçbir şey söylemeden geri dönüşü olmayan bir yere gitmiş gibi kendi kendimden utanıp huzurum kaçtı. Benim için onun yerinin ayrı olduğunu o an fark ettim, ancak artık her şey için çok geçti…

      Ertesi gün merhum ressam arkadaşımın anasına başsağlığı dilemek için yanıma bir tanıdığımı da alarak evlerine gittim. Birbirine çok benzeyen beton kutulardan birinde, iki odalı küçücük bir dairede yaşayan annesi ile kız kardeşinin hüzünlü yüzlerini ve fakirhane yaşamlarını görünce ben onun evlenmeden, dünyadan bekâr olarak göçüp gittiğini hatırladım. Neden böyle yapmıştı? Bununla ilgili bizim aramızda hiçbir konuşma geçmemişti. Resim… Resim… Onun bütün sohbeti, içindeki sırrı, bahtı ile kederi resim olmuştu!. Sonunda ondan ne fayda elde etti?

      Biz onun yaşlı annesi ile kendisine benzeyen yassı yüzlü, kısık gözlü kız kardeşine başsağlığı dileyip, dışarıya doğru yöneldiğimizde:

      – Eğer siz de kabul ederseniz, herhangi bir tablosunu hatıra için almak isterim, diye ricamı dile getirdim. Anası sessizce kızına baktı. O ise