Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

Allah’ım, bu insanlar neden böyle?! Neden birinin derdi başkası için enteresan bir şey olarak görünür?

      Şerefsiz, hilebaz! Fotoğrafını çekmeyi nasıl başarmış acaba?! Belki, zavallı kızın kaçmasına da bakmadan önünü kesip bir şekilde çekmiştir. Evet, o, öyle arsızlık yapmaktan çekinmez. Ümit, hatta yüzünü eliyle kapatmaya bile fırsat bulamamış, kalın sakalı dağınık vaziyette fotoğrafta net bir şekilde gözükmüş.

      Doğru, ben ona verdiğim sözümü bozmadım. Yine de o arsız gazeteciyle aynı şehirde yaşadığımdan dolayı kendimi bir türlü suçlu hissediyorum.

      Bundan sonra o dağın eteğindeki köyden uzun bir süre kötü haber bekledim. Hatta kaynağı belirsiz bir felaketi önlemek için o tarafa özellikle gidip gelmeyi de düşündüm. Fakat bir şeyden korkarak kendi yolumu kendim engelledim durdum. İyi olan ise, o taraftan hiçbir kötü haber duyulmadı. Zaman geçtikçe bu olayın da etkisi azalarak, gönlümdeki kuşku kayboldu. Hatta o hilebaz foto muhabiri de istediğini elde edemeden fotoğraf önemini kaybetti.

      Bir taraftan, bu abes olayın bizim ilk başta fark etmediğimiz olumlu bir etkisi de oldu mu diye düşünüyorum bazen. Niye derseniz, bu olaydan sonra ben dünyanın dört bir tarafında sakallı kadınlarla ilgili pek çok şaşırtıcı bilgi, ilginç hikâyeler duydum ki inanamazsınız. Onlar, hatta kendi başlarına bir sirk açıp dünyayı gezerek, gösteri yapıyormuşlar. Sakallarını özellikle uzatarak her şeyi merak eden, her şeye ilgi gösteren insanları eğlendirerek, onların güldürdüğü şöyle dursun bu sayede bol gelir elde edip zenginleşiyorlarmış da.

      Bizim şehirde ressamlara hava gibi lazım olan boya, tuval, fırça, şövale, palet gibi şeyleri sadece merkezdeki bir dükkânda satarlar. Belki ondandır, bunların fiyatları çok pahalıdır. Alırsan al, almazsan bırak, yine de tekrar dönüp geleceksin der gibi.

      Bir keresinde o dükkâna cebimdeki bütün paramı vermiş vaziyette boya alıp çıkıyordum, ansızın arkamdan biri: “Ağabey!” diye seslenmiş gibi oldu. Hemen döndüm, gencecik bir kız bana bakarak gülümsüyor.

      – Ağabey, beni tanıdınız mı? -diyor.

      Böyle anlarda şakacı gençler gibi hemen bir espri bulup, kolayca sohbeti sürdüren biriyim aslında ama safça şaşkınlığımı gizleyemeden:

      – Hayır, diyerek gerçeği söyledim.

      O, benim gözümün içine bakıp gülümseyerek:

      – Siz eskiden bizim köye resim çizmek için gelmiştiniz ya, -dedi.

      “Aman Allah’ım, hangi köydü? Ben şövalyemi koltuğuma sıkıştırıp hangi deliğe, hangi uzak yerlere gitmedim ki!”.

      – Dağın eteğindeki köy aklınızda mı? Size ben resmimi çizmeyin diye yalvarmıştım ya.

      – A-a-a!

      Ben saf bir şekilde farkında olmadan “O, sakallı kız sen miydin?” der gibi çenemin altını okşayarak yine bir uygunsuz davranışta bulundum. Artık bu yaptığım tam bir beyinsizlikti.

      – Evet, -dedi o iki yanağı kızarsa da kafasını sallayıp gülümseyerek. – Ben sizin tanıyamayacağınızı biliyordum.

      – Nereden tanıyayım, -dedim ben, artık kendi hatamı telafi etmek isteyerek, “o zaman sen küçücük kızdın, işte şimdi! Büyümüşsün! Okulu da bitirmişsindir” -dedim.

      O, kafasını salladı.

      – Geçen sene mezun olmuştum, ağabey. Şimdi burada tıp kolejinde okuyorum.

      Aniden benim kulağıma o eski küçücük kızın: “Resim çizemiyorum, doktor olmayı hayal ediyorum” -dediği çalınır gibi oldu. Fakat onun sakalı vardı…

      – Hâlâ eskisi gibi resim çiziyor musunuz?

      Ben kafamı tekrar tekrar salladım. “Ondan başka benim elimden ne gelirdi?!”.

      Ondan sonra kendimce şaka yaparak:

      – Sen de aynı eskisi gibi resminin çizilmesine hâlen karşı mısın? -dedim.

      O, bilmiyorum dermişçesine omzunu kımıldattı. “Zaman çok şeyi değiştirirdi, ağabey!”

      – Dersten çıkınca vakit bulup benim atölyeme gel, ikimiz uzun uzun oturur konuşuruz, -dedim, ona.

      O, kafasını sallayıp geleceğim diye söz verdi ve el çantasından küçük bir not defterini alıp, bana uzattı. Ben ona atölyemin bulunduğu sokağın adı ile evin numarasını yazıp verdim.

      – O-oy, yazınız ne güzel, -dedi o gülümseyerek. – İnci gibiymiş!

      – Çocukken kaligrafi dersini çok severdim.

      Sonra ikimiz vedalaştık ve ben atölyeme doğru aceleyle yöneldim.

      Onun buraya nasıl geldiğini, ne zamandan beri beni izlemekte olduğunu hiç fark etmemişim. Tuvalin bir köşesindeki dağdan akan çamura benzeyen koyu kahverengi boyanın rengini biraz açmak mı gerekir, ya da gerek yok mu diye şövalyeden bir iki adım geri çekildiğimde gördüm, o eşikten bir bana, bir tabloya bakarak gülümsüyordu.

      – Evet, sen gelmişsin bile, -dedim ben, kendim ne söylemekte olduğumu anlamamıştım.

      – Siz demin çalışırken şarkı söylediniz, -dedi o. – Yavaşça… Sadece mırıldanarak.

      – Mümkün. Öyle şeyler olur bizde.

      – Benim daha önce duymadığım bir şarkıymış. Adı ne?

      – Bilmiyorum, -dedim ben ensemi elimle sıkarak. – O, belki, sadece sana değil, genel olarak, halka malum olmayan, sadece burun altından mırıldanarak söylenebilecek bir şarkı olsa gerek. Yalnızken insan ne diye mırıldanmaz ki!

      O, gümüş çan gibi şıngırdayan gülüşü duyuldu. Sonra, o sefer bizim köye geldiğinizde çizdiğiniz resmi gösterir misiniz, diye rica etti. Hay aksi, o zaman yazdığım peyzajları buradaki büyük bir şirketin açılışında hediye etmiştim. Sadece çerçevesiz eski bir çalışması kalmıştı. Raftan alıp onu uzattım.

      O, kendisinin doğup büyüdüğü dağ eteğindeki köyün küçük bir kısmını pencereden izliyormuş gibi tablodan gözünü ayırmadan uzun süre baktı. Ben onun yüzüne tekrar tekrar bakarak gönlümdeki sorunun cevabını arıyordum adeta. Şakağından aşağı doğru inen mavimsi izi net fark ettim, yoksa usturayla tıraş mı oluyordu…

      O, benim neden rahat edemediğimi hissetti sanırım, tablodan gözünü ayırmadan:

      – Çooook pahalı bir Fransız kremini sürüyorum. Fakat o sadece iki üç gün etki ediyor, sonra tekrar çıkmaya başlıyor, -dedi.

      Ümit ondan sonra bir ay boyunca atölyeye kesintisiz geldi ve aniden bana söylemeden köyüne dönmüşçesine birden kayboldu. Bir gün, üç gün, beş gün geçti. Altıncı gün olduğunda benim aklım başıma geldi. “Aman Allah’ım, neden hemen aklıma gelmemişti. Onun kullanmakta olduğu kremi bitmiştir. Fransız kremi, çok pahalı demişti ya!”.

      Hemen giyinip atölyeden çıktım ve merkezdeki bir tanıdık doktorun çalıştığı polikliniğe doğru gittim. Bahsettiği krem gerçekten de çok pahalıymış!

      Ondan sonra satılır diye düşündüğüm tablolarımı oraya buraya taşıyarak, merkezdeki zengin insanların ofislerini dolaşıp, her birine yalvarıp yarı fiyatına zar zor satarak Fransızların o pahalı kremini satın aldım, Ümit’in yurdunu nasıl arayıp bulduğumu ayrıntılı olarak söylemesem de olur.

      O, medresedeki dindar kızlar gibi sadece yüzünü göstererek kafasını beyaz ipek başörtüsüyle sarmış.

      – Ya, bu siz miydiniz? -deyip,