Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

dokuz surlarında belediyede çalışan iki memur gelerek yakın bir zamanda bitirdiğim tablomu satın aldılar. Benimle hiç pazarlık bile yapmadılar, eski binanın içindeki atölyemi beğenmeyerek, alelacele gitmiş gibi göründüler gözüme. Kendi aralarındaki konuşmalarından fark ettiğim kadarıyla onlar benim tablomu T. şehrinin kuruluşunun 2000.Yıldönümü münasebetiyle hazırlanan şenliğine gelecek yabancı misafirlere hediye edeceklermiş. Yazlık gömleğinin düğmeleri kopacakmış gibi duran büyük göbekli sarı adam: “Kolay kurtulacağız” deyip kıkır kıkır güldü. Belki, benden değil, yabancı misafirlerdendir. Olsun, kim hediye etse de, kime hediye etse de sanat halkın arasında yayılmalı, dağıtılmalı değil mi? Er ya da geç ona değer verecek birileri bulunur.

      Öğlene doğru Ümit geldi. Ben bugün ansızın nasıl zengin oluverdiğimi söyleyerek övünüp, akşamleyin şehir dışındaki “Sayalı Bak” (Gölgeli Bahçe) lokantasına gidelim diye teklifte bulundum. O, gülümseyerek kafasını salladı.

      O-o-o, biz bugün ne kadar bahtlıyız. Sayalı Bak’ın tepesinden bakarak dingin bir şekilde duran merhametli gece benim anam gibi lacivert kadife cepken giymiş. Lacivert kadife cepkenin üzerine takılan parlak düğmeler gibi ışıldayan bembeyaz yıldızlar ne kadar da harika!

      Baht dediğinizin kendisi de insanın gönül âlemine göre, onun gönlüyle ilintili bir şeymiş. “E-ey, baht, ben senin sırrını anlayıp, gizemini çözdüm! Sen şu yeryüzündeki insanlar olmadan yaşayamazmışsın. Senin kıymetini bilen de, bilmeyen de, seni yükselten de, yükseltmeyen de bu yeryüzündeki insanlarmış!” demek istedim neşelenerek.

      Ben Ümit’in remini çizmekteyim. O, atölyeme her gün geliyor. Uzun süre oturuyor. – Resim çizmek de zormuş ya, diyor şaşırarak. “Bu sadece resim çizmek değil, sanat, betimleme sanatı” diyorum. – Burada boyaların konuşması, şarkı söylemesi, dans etmesi gerekir!

      Ondan sonra ben ona kutsal sanattan bahsedip, yedi kat gökyüzünden gelen tılsımlı düşünceleri anlatmak istedim. Böylece, konuştukça coşarak kendimi unutuyorum. Onu da unutuyorum.

      Gün geçtikçe ona alışıyor ve kendime yakın hissediyor gibiyim. Biraz gecikirse meraklanarak bekliyorum. Gelmezse onu arayarak yanına gidiyorum. O, benim hayattaki çiftime, bu zamana kadar bakımsız kalan ıssız yerdeki eski bir kümbet gibi yalnızlık içinde olan iç dünyamın bekçisine dönüşmüş gibi sanki.

      Bugün işte ikinci gün, Ümit atölyeye uğramadı. Öğleye kadar sabırsızlıkla bekledim ve yine gelmemeye mi başladı diye düşünerek sabrım tükenip, aceleyle giyinip otobüs durağına doğru yöneldim. İstikametim belliydi… Onun neden gelmediğini de içimden hissediyorum.

      Yine o.. Bitmiştir! O neden bu kadar pahalı? Bizim için… Elbette, bizim için pahalı. Bundan dolayı biz: “Allah kaderimize yazdı, biz de boyun eğdik” diyoruz. Zenginler için ise hiçbir şey değil. Onlar yani Allah’ın yazgısına karşı da mücadele edebilecekler mi? Tövbe, tövbe, ben ne diyorum ya?

      Fakat artık borç isteyecek de kimse kalmadı. Bu zamana kadar borç isteye isteye arkadaşlarımın da, tanıdıklarımın da huzurlarını kaçırdım, onlar beni görünce arkalarına bile bakmadan gidiyorlar.

      Yurda gittim. Ümit ile görüştüm. O, yine kafasını başörtüsüyle sarmış… Şimdi ne yapacağım? Hiçbir yere gitmek istemeyerek atölyedeki tahtanın üzerine kıyafetimle uzanıverdim.

      Sabahleyin sertleşmiş ekmek ile su içerken son bir ayda Ümit’in portresinden başka hiçbir şey yazmadığımı düşündüm. O portre ise, tabi ki, satmak için değildi. Kendim için yapılan bir eser. Henüz bitmedi. Bir şey eksik gibi. Ancak neyin eksik olduğunu bilmiyorum…

      Ben, Ümit’in portresinin önüne gidip gözümü ayırmadan bakarak biraz durdum. Daha dün gönlümü nurla doldurup, kalbimi altın beşiğe koyarak sallayan resim bugün hiç hoşuma gitmemişti. Cansız görüntü. Ne güzel, ne de çekiciydi. Bir yapmacıklık var. Evet, gayritabiîlik! Gayritabiîlik, gayritabiîlik…

      Hayır, ben onun resmini böyle görmek istemiştim. Bu benim arzum, hayalimdi. Sanatım idi! Fakat bunun hepsi yapmacılık oldu. O farklı, tamamen farklıydı. Allah onu farklı olarak yarattı. Ben ise, ona karşı çıkmaya çalışıyorum. Allah Teâlâ’ya da, insanlara da karşı çıkmaya çalışıyorum. Ha-hayır! Böyle olması mümkün değil, olamaz…

      Aniden benim iç dünyamı kara bir bulut kapladı, sonbahardaki sis gibi serin bir duygu kalbimi sarsarken fırçaya doğru elimi uzattım. Sonra onu simsiyah boyaya daldırıp aldım ve merkezdeki pahalı mağazaların cam raflarından somurtarak bakan mankenlere benzeyen cansız resmin şakağından çenesinin altına kadar kat kat sürdüm.

      Bitti! Yaradılışa kimse karşı duramaz! Kimse. İsyanın tamamı hayaldir. Şeytanın oyunu.

      – Evet, artık doğru oldu -dedi, sessizce konuşarak. Ben birden ürktüm. Eşikte kafasını bembeyaz başörtüyle sarmış olan Ümit, öbür dünyadan gelmiş ruh gibi kirpiğini kıpırdatmadan dik dik bakıyordu.

      – Evet, şimdi her şey yerli yerine oturdu! -dedi o yine. – Böyle olacağını biliyordum. Çünkü siz Tanrı değilsiniz!

      Ondan sonra kafasındaki başörtüsünü çıkarmaya başladı…

      Elime tesadüfen geçen kahverengi defterdeki ressamın yazıları böyle bitiyordu.

* * *

      Otelin balkonuna çıkıp gecenin olmadık bir vaktinde eğlenceye doymayan şehrin kırmızı yeşil ışıklarına bakarak: “Sakallı kız, sen neredesin şimdi?” -diye düşündüm, içimi bir heyecan kaplayarak. – Bu şehirde mi yaşıyorsun?”.

Çeviren: Ufuk Tuzman

      BORANBAY BARON VE TERS AĞAÇ

      Şu an bahsetmekte olduğumuz hikâye Boranbay Baron hakkındadır. Kendisi bu fani dünyanın ilk uzun yolculuğuna köyün sekiz yıllık okulundan güç bela mezun olduğu yıl çıkmıştır. Evet, ya! Onun eğitim yuvasından zar zor mezun olmasının nedeni, beşinci sınıfa kadar elin çocukları gibi iyi bir eğitim alsa da, altıncı sınıfa başlar başlamaz, bu gidişat birdenbire olumsuz olarak değişir. Neden mi? Nedeni ise başlarda diğer çocuklarda görülmeyen ve yalnız yağız Boranbay’da bulunan kıvırcık saçlar, iri gözler gibi kimi ilginç özelliklerini fark etmesiydi.

      Bundan dolayı eğitim durumu hiç doğru gitmedi. Çünkü okulu, eğitimi aklından çıkarıverir ve haftalarca, hatta aylarca haber alınamaz, ortadan kaybolurdu. Aslında Kazıgurt Dağı’ndaki yılkıcı çobanlarının, Kumsay’daki çobanların, Şoşkabulak’taki tavukçuların yanına gitmeyi alışkanlık haline getirmişti.

      Kısacası, Boranbay kindiği sokakta kesilmiş bir serseriye dönüşmüştü. Tabii ki, dağdaki yılkıcıya, çöldeki çobana ve sokak çeşmesinin başında oturan tavukçulara da daima bir yardımcı hava kadar gerekliydi. Üstelik işleri baştan aşıp, yakaya yapışıp, dönüp bakacak zaman bulamayıp uğraşırlarken, kendilerine Tanrı’nın bir mükâfatı olarak yardıma yollamışçasına uzaktan beliriveren, kepçe kulak bir çocuğun kolkanat olacağına sevinmişlerse de kırılmamışlardı. Çat pat çay içirip, köyde olup biten haberi alelacele öğrendikten sonra çocuğun baş edebileceği bir işin başına koyarlar. Hatta onu kimse “Neden buraya geldin? Okullar kapanmadı mı? Dersini kaçırmadın mı?” gibi sorularla rahatsız etmezdi. Yolda rastgelen ve durdurduğu herhangi bir taşıtın vasıtasıyla ve ara ara yaya yürüyerek, epey meşakkatli bir yolculuktan sonra buralara kadar gelmek Boranbay için bir ömre bedeldi. Kısacası ona lazım olan da buydu, yani “Kimsenin ona bunları sormaması”. Hatta ona, biri gelip bütün hadiseyi ayrıntılarıyla anlatmasını istediği an, yanıtlayabileceği hiçbir cevabı yoktu. Çünkü buralara neden geldiği, nasıl geldiği ve ne amaçla geldiği