Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

Düğünü bizim köyde yaparız.

      – Ne köyü? Hangi köy? Şu kendinin soyduğu köyü mü diyorsun?

      – Evet, Benim köyümdenden. Fakat ben…

      – Tanrı aşkına! Onlar bizi diri diri yüzerler.

      – Hayır. Kimse bize dokunamaz…

      – Nasıl?! Ha-ha-ha! Sen onları soyuyorsun, onlar ise karşılığında sana bir düğün yapıyorlar, öyle mi? Kazaklar çok garip bir halk! Ha-ha-ha! Dediğin asla olmaz, geleceğin Baron’u! Düğün ormanlık bir alanda gerçekleşecek.

      Muhnisa’nın Kazaklar hakkında konuşurken kahkaha atması, Boranbay’ın asabını bozuyordu.

      – Düğün köyde yapılacak, bu kesin karar, der.

      – Biz özgürlüğü, yüksek dağı ve yemyeşil kalın ormanı severiz.

      – Biz de özgürlüğü severiz, der Boranbay. – Lakin düğün köyde olacak!

      – Öyleyse, çok uzatma, yürü git! -diye çingene kız hızlıca giyinmeye başlar, gece karanlığında.

      – Sen yürü git!, diye yerinden fırladı, Boranbay da.

      Ertesi sabah kızgınlıkla sabah otobüsüne binmiş ve köyüne doğru yol almıştı. Elbette ikisi arasında yaşanan tatsızlığın ayrıntılarını nerden mi biliyor olabiliriz? Sadece biraz sabırlı olun. Şüphe etmek için acele etmeyin. Bir başkasından değil, çok kere Boranbay Baron’nun kendi anlatılarından dinlediklerimiz.

      1970’li yılların ortasında, sokaklarda yaş bir çubuğu at gibi binip oynayan herhangi bir çocuğu durdurup sorduğunuz da, her şeye rağmen anlatacağı aşikârdır. Çünkü Boran-bay Baron, buna benzer ilginç hikâyeleriyle çocukluğumuzun hayallerini zenginleştirmişti.

* * *

      Köyümüz ne kadar tasasız, asude ve sakin olduğu gibi o kadar da aptal değildir. Serseri Boranbay’ın dönüşünün hemen ertesine, bütün belanın ve uğursuzluğun ondan kaynaklandığını herkes hissetmişti. Ancak ellerinde somut bir kanıt olmadığından herkes içinden geçiriyordu. Herkesten önce bütün gerçeği Balımşa yenge fark etti. O, Boranbay’ı görür görmez:

      – Eyvah! Bizim besiye çektiğimiz semiz koyunumuzu çalan buymuş, diye çalınan koyunu tekrar bulmuşçasına sevindi. – Tabi ya, bu kim olabilir diye kafamı yordum yahu! Sesi çok tanıdık gelmişti. Hey, serseri kayınım! Semiz koyun nerede?!

      – Ne koyunu? -dedi Boranbay, anlamamış gibi bakarak. – Ne diyorsun yenge, anlayamıyor?! Ben sizi epey zamandan beri hiç görmedim. Sizleri özlediğim için geldim…

      – Ah, yaramaz! Lafa bak. Bir de özledim diyor… Semiz besi koyunumu, bizi özlediğinden mi, götürmüştün?! Eee! O günkü sesini hiç tereddütsüz tanıdım şimdi.

      – Evet, bizim hanım senin sesini tanıdı! -der, kapının önünde çapasını bilemekle meşgul Abdihakim dayım. Hadi, şimdi de besiye çekmek üzere beslediğimiz koyunu geri getir, yoksa canını burnundan getirir, mahkeme mahkeme süründürürüm. Anladın mı?!

      – Ne diye vereceksiniz mahkemeye?

      – Çingenelerle beraber besili koyunu çaldığın için!

      – Kanıtınız var mı?

      – Var. Hanım senin sesini tanıdı, sesinden sen olduğun anlaşıldı.

      – Dayı, asla unutmayın ki, ses bir kanıt olamaz!

      – Ne-ne-ne?! -diyerek, beklenmeyen bu yanıt karşısında söz bulamayan Abdihakim dayımızın gözleri yerinden fırlayıp, alnının üstüne az kalsın çıkayazdı. – Bu Çingene… Çingene uşşağı…

      – Dayı ben sıradan bir Çingene değilim, anladın mı? Ben bir Baronum!!! -diyerek, onu daha çok şaşırtmaya devam etti. Sonra aniden çok üzüldü ve sesi yavaşladı: “Ah, siz var ya…” -dedi alınarak.

      – Uzakta hasret kaldığım köyümde dayım Abdihakim var, yengem Balımşa var diyerek, özlemle gelmiştim. Bana edilecek sözler miydi, bunlar? Ya, dayı! Sizden beklediğim şey bu muydu yani… Ben zavallı, babadan yetim kalan biricik evladım, nereye gidersem gideyim tek desteğim sizsiniz. Ah, yenge ah! Benim kalbimi kırdın be! İçim yanıyor. Bana soğuk bir yoğurt getirir misin, yenge!? Boranbay’ın birdenbire farklı tavır almasına anlam veremeyen Balımşa yenge olduğu yerde kalakaldı.

      – Hey kadın! Yoğurt getirsene bu çocuğa, der Abdihakim dayımız, çapasının sapıyla yoğurdu kime getireceğini işaret ederek. – Yoğurt ister, duymaz mısın? Şanslı, neden dışarıda durursun, içeri gel. Hey, Balımşa, hani evdeki şu sırık boyunlu yok mu, ondan kaldı mı bir şey?! Boranbay köye misafir gelmiş ki, onun şerefine, çok değil birer ayak kaldıralım… Gelsene, çekinme. Nedir bu nazlanma, kızlar gibi…

      Bu hadiselerden sonra Boranbay “Baron” olarak adlandırılmaya başlar. Tıpkı dayısının ocağında geziyormuş gibi, her haneye nazlanarak giriyor ve biraz zaman uzak duruyor geziniyordu. Ardından köye üzeri kapalı bir araba ile gelen iki polis memuru tarafından ilçe merkezine götürüldü. Daha sonra öğrendik ki, askerlik yapmaktan kaçtığı için Boranbay Baron iki sene hapis cezasına çarptırılmış ve uzağa Sibirya’ya ağaç kesmeye gönderilmişti…

* * *

      Kasım ayının yağışlı günleri başladı. Köyleri birbirine bağlayan kara yolu, bataklığa dönmüş yürünemez hale gelmişti. Hava da soğumaya yüz tutmuştu. Gökten bir yağmur tanesi düşerken, yaprağını rüzgâra çaldırmış çıplak kavakların dallarından iki tane damlıyordu. Etraf asık suratlı bir hale bürünmüştü. Sonbaharın gökyüzü kanı içine çekilmişçesine içine kapanık bir şekilde ağlıyordu. Mavi kubbe artık tekrardan neşeyle açılmayacak, güneş ise asla parlak yüzünü göstermeyecekti sanki.

      Sonbaharın böylesine keyifsiz günlerinde, daha sobalar kurulmamış hafif serin bir evde düşünceli otururken: “Zavallı Çingeneler şu an ne durumda? Nereye gidip sığındılar?” -diye aklına kimi sorular takılıyordu. Genel olarak, sonbahar ve kış aylarında nasıl yaşadıklarını düşünemezsiniz bile. Tabii ki, bizim ve sizin gibi sıradan bir Kazak’ın bunu bilmesi kolay değildir. Ancak Boranbay gerçek bir Baron olsaydı, her şeyi açıklamak, anlatmak zorunda kalırdı. Ama o, artık köyde değildi. Uzak Sibirya topraklarında kereste kesmekle meşguldü…

      İlçeden günde iki kere sefer yapan küçük bir otobüs iki yanı çamur, bataklığa dönmüş karayolu ile salana sallana güçlülükle ulaştı. Bugün sabah pazara giden az sayıda yolcular çantalarını ve çuvallarını indirmeye başlar. Onların arasında sürücüye alelacele bir şeyler soran kızıl kahverengi bir pardösü giyinmiş bir kız göründü. Yürüyüşü sanki bizim köyün aşınıp taşınarak, torba taşıyan sakinleri gibi değildi, adımlarını büyük atıyordu. Elinde kırmızı ela karışımı bir şemsiyesi vardır. O, bataklığa çevrilmiş çamur yollardan hızlıca atladı ve Boranboy Baron’un evinin bulunduğu tarafa doğru yürüdü. Başına sardığı ince beyaz çiçekli başörtüsünden kalın kıvırcık saçı dalgalanmış bir şekilde görünmekteydi. Şemsiye kaldırdığı kolunun ince bileği dopdolu bilezikti. Kaşı gözü tıpkı kalemle çekilmiş güzel bir Çingene kızıydı. Bu güzel, bizim Boranbay Baron’u şehirden hususi aramaya gelen Muhnisa’nın ta kendisiydi.

      Üstüne kocasının eski montunu giymiş, hayvanlarıyla uğraşmakta olan Maldıkız ana ona şaşkınlıkla bakıyordu.

      Başlangıçta, komşusunun şehirde tahsil yapmakta olan kızı olduğunu düşündü:

      – Hey, Anafiya mısın? Ne zaman geldin? -diye sordu.

      – Zdrastvuyte