Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

iç cebindeki cüzdanımı çıkarıp, bacıya kırmızı beş bin tengeyi uzattım. O, benim yüzüme şaşkın bir şekilde bakarak:

      – Ne yapıyorsunuz? -diye fısıldadı.

      – Bu tablonun daha da değerli ve pahalı olduğunu biliyorum, -dedim, düşüncemi oldukça nazik bir şekilde ifade etmeye çalışarak, “fakat şimdilik”.

      – Hayır, hayır, -dedi, o sözümü bitirtmeden geri çekilerek. – Almayacağım! Siz ağabeyimin arkadaşı değil misiniz?

      – Sanat eserleri satılır, kurban olduğum. Bunun hiçbir abesliği yoktur.

      – Yine de almayacağım. Tuhafsınız!

      Ben ne yapacağımı bilemedim, ortada kalakaldım.

      – Tamam… Tamam, -dedim, kızı incitmemek için. – Lütfen, bana darılmayın, evladım.

      – Hayır, ne demek! Olur mu öyle şey?! -dedi, tekrar güler yüzlü bir şekilde. – Sizi de anlıyorum. Fakat ağabeyimin çizdiği resimleri kimseye satamam! Yani… – dedim ben, odadaki tablolara işaret ederek.

      O, benim ne demek istediğimi söylemeden anladı ve:

      – Doğru, şu binanın sahibi odayı boşaltınız, yoksa parasını ödeyin diyerek her gün başımıza kakıyor, -dedi.

      – Artık ben bu tabloların birazını ağabeyimin okuduğu okula hediye edeceğim, birazını sizin gibi arkadaşlarına armağan edeceğim, kalanını da eve götürüp koyacağım.

      Bir ananın evlatları olarak kız kardeşim gibi beni kendine yakın hissedip, gizli saklısı olmayan gerçekleri anlatan kızcağıza kanım ısındı ve:

      – Şu kitaplara bakabilir miyim? -dedim, duvara çakılmış raftaki birkaç kitaba gözüm takıldı.

      – Tabi ki, bakınız, lütfen buyurun, -dedi. O, merhum ağabeyi gibi, samimiyetiyle ve alçak gönüllülükle. – Siz ağabeyimin en yakın arkadaşı değil misiniz? Ancak ne yazık ki hayatının son günlerinde yanında olamadınız. Ama her şey ani oldu… Sabahleyin evden çıkarken aniden bir yana doğru eğilip, yere düştü. Böylelikle ambulans çağırıp hastaneye götürmemize rağmen uyanmadı.

      – Doktorlar beyin kanaması geçirmiş, -dediler.

      “Bir insanın bütün hayatını adayarak, çizdiği şu tablolar artık kime lazım?” -diye düşündüm.

      – O büyük ressam olamayacağının farkındaydı. Fakat yine de sanattan kopmadı. Güzel bir kadının büyüsüne kapılmış aptal bir erkek misali boşuna, özgürlüğünü köleliğe kurban ederek her şeye katlanarak yaşadı. Peki, sonucu ne oldu? Ne oldu? Ne olduğunu başkası şöyle dursun kendi bile fark etmeden bu dünyadan göçüp gitmedi mi?

      Aniden beni bir korku sardı, tüylerim diken diken olmuştu. Raftaki kitapların çoğu meşhur ressamların albümleri, büyük şahsiyetlerin hatıratları, çok başarılı ve söz ustası olan bazı emektarların anılarıydı. Onların arasından elime kalınca bir defter geçti. İçindeki inci gibi dizilen yazılar merhum arkadaşımın kendi el yazısına benziyor, gözüme sıcak görünüyordu. İlk sayfasındaki bir iki cümlesini okur okumaz deftere olan ilgim arttı, onun hayattayken bize söylemediği sırları bu defterin içinde gizlenmiş gibiydi. “Şu defteri de şimdilik alayım, bir iki gün sonra geri vereceğim” -diyerek, arkadaşımın kız kardeşine yine ricada bulundum.

      – Alın, -dedi o. – Bu da ağabeyimin değerli bir eşyasıdır belki. Geri vermeksizin almak isteseniz de kendiniz bilirsiniz. Burada kalsa ne olacak biz onun değerini belki bilemeyiz, yazının sırrını siz daha iyi anlarsınız.

      O gün gece salonda tek başıma kaldığımda söz konusu kahverengi defterdeki yazılara göz atmaya başladım.

      “1983 yılının sonbaharında Karlıdağ’ın eteğindeki Kamışlı köyüne geldim”, diye başlıyordu.

      Tüm düşüncem buradaki manzaraları tuvalin üzerine resmetmekti. Oooo-oh, bu bölgenin sonbahardaki renkleri muhteşem. Özellikle batan güneşin bir anlık yanıp sönen pembe, sarıkahveye çalan rengi bakiden faniye geçen cennetin ışığı gibiydi.

      Bu köye gelmem başlı başına bir hikâye. Dolambaçlı dağ yoluyla inleyip, ıkınarak, kimi yerlerde kırılıp saçılan kasası parçalanacakmışçasına sarsıla sarsıla ikindiyi geçe bir anda zar zor ulaşan sarı otobüsten şövalemi koltuğuma sıkıştırıp, saçım sakalım dalgalanarak indiğim için tipim sokaklarda toplanmış oynayan küçük çocuklar için komik görünmüş olmalı ki, her tarafta parmaklarıyla işaret ederek bana gülüyorlardı.

      Fakat bu köy her şeye şaşırsa da sakala şaşırmayacağını ertesi gün anladım. Çünkü burada seyrek sakal, kaba sakal, bam teli, gür sakal mı dersiniz, her neyse her türlü sakal çeşidi vardı. Hatta… Ha-hayır… Söyleyemem.

      Her gün şövalemi koltuğuma alıp dağın eteğine gidip resim yapmaya devam ettim. Sonbahar renklerinin güzelliğini sözle ifade etmek çok zordur. Tuvale aktarmak ise imkânsız. Kendini kaybettirir! Aniden hazine bulmuş Tanrı’nın fakir kulu misali ne yapacağını, nasıl taşıyacağını bilemeden, sağına soluna bakarak afallamaktan başka elinden hiçbir şey gelmez.

      Bu, belki, güzel tabiatın kış ölümü öncesinde canlanması, güzelleşmesi, kim bilir? Ben o sihirli boyaların arasında kaybolup, her birine ayrı ayrı vakit harcayarak çabalıyordum. Daha ne kadar dolaşacağımı kim bilir, eğer…

      Evet, benim hemen binlerce boyanın arasından kendi boyamı bulmam gerekiyordu, varsın o başkaları gibi çok güzel olmasın, göz kamaştırarak yutkundurmasın, ancak kendi boyamın olması lazım diye düşündüm. Nasıl diyorsunuz, elbette, evrenden! Şimdi düşününce, benim bu düşüncemle bundan sonraki beklenmedik karşılaşma arasında bir gizli ilişki var gibi göründü.

      Bir akşamüstü. Yorgun argın bir şekilde dağdan inerken nehrin kenarında beş taş oynayan üç dört kız çocuğuna rastladım ve daha önce aklımın ucundan bile geçiremeyeceğim bir felaketi görüp kendi gözlerime kendim inanamadım, donakaldım. Açıkça söylemem gerekirse, ilk başta beni büyük bir korku sardı. Nehrin kıyısında gamsız bir şekilde oynayan o gencecik kızın şakağından başlayıp, çenesinin altına kadar yüzünü kaplayan kaba bir sakalı vardı. Bunlar, muhtemelen, insan değil de, akşam vaktinde sudan çıkan şeytanlar olmalı diye, düşündüm. Gözlerimi kapayıp açtım. “Estağfurullah, estağfurullah” diye içimden defalarca tekrarlayıp, “köye doğru hızlıca gideyim” – dedim, ama iki ayağım zemine yapışmış gibi bulunduğum yerden hareket edemedim.

      Yavaş yavaş kendime gelerek az önceki kızların hepsinin değil, sadece bir tanesinin sakalı olduğunu fark ettim. Belki güneşin batma anında benim gözüme böyle görünmüş olmalı. Bunların hiçbirinin belki sakalları yoktur, sadece kendi kendine oynayan bu köyün kızlarıdır. Şimdi gözlerimi tekrar açıp kapattığımda kızın kaba sakalı da “silinecek” gibiydi. Hayır, hâlâ değişen bir şey yok. Tam bu sırada kızların da bana baktığını fark ettim, ortadakilerden biri: “Eyvaaah, şu adam gözünü ayırmadan bize bakıyor!” – dedi seslice. Sonra birbirini dürterek: “Gidelim, gidelim çabuk!” – diyerek, köye doğru acele yürümeye başladılar.

      Akşam Tanrı misafiri olarak kaldığım evin kocakarısından duydum: Evet, yavrum, bu köyde öyle bir sakallı kız var. Dünyaya geldiğinde o şekilde tüylü olarak doğmuş garibim. Kim bilir, o da Allah Teâlâ’nın bize göstermek istediği kerametlerinden biridir belki…

      – Adı ne?

      – Adı mı? – diyen kocakarı hatırlayıp, evin duvarı ile tavanın birleştiği noktaya bakıp düşünmeye başladı. – Kimdi ya?