Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

türme? (cezaevinde mi?) Kak je tak? (Nasıl, yani?!) -diye, ürperdi Muhnisa. – Oh, bednenkiy! (Ah, zavallı!) Vsetaki kakoy je vıy jestokiy narod (Ne kadar da acımasız bir milletsiniz siz!) İz za kakih to baraşek svoego çeloveka posadili da (Basit bir koyun yüzünden, adamı hapsettirdiniz demek)…

      – Evet, evet, -dedi Maldıkız ana, bağını sallayıp, bilinmeyen istikameti işaret ederek. – Orada. Oraya, gitti…

      Muhnisa iki eliyle yüzünü kapattığı halde geri döndü ve ayağındaki çok hafif ve güzel ayakkabısıyla kara yolun bataklığını topuğuna kadar basıp yürüyerek gitti. Belki, sonbahar gökyüzü gibi çok gözyaşı dökmüştü, Çingene güzeli…

* * *

      İki yıl sonra Boranbay Baron köye tamamen farklı biri olarak döndü. Eski serseri yaşantısını sanki Sibirya’da ağaç keserken orada bırakmış gibi, şuan ise sıradan bir Kazak’a dönüşmüştü. Ayrıca köyden asla uzaklara ayrılmadan, avlusundaki ağaçlara bir çocuk kadar özenle ilgilenip yetiştirdi. Nedeni belli değil, ancak Sibirya’dan geldikten sonra ağaçlara olan ilgisi arttı. Avlusu bir gül bahçesi gibiydi. Maldıkız ana artık güzün olmuş elmalarını Janabazar’a götürüp satmaya başladı.

      Elin anaları gibi gelin almak, elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak arzusu içine işlemeye başladı. Ev işleriyle gerçekten ilgilenecek artık kendine eşlik edebilecek bir hayat yoldaşına muhtaç olduğunu Boranbay Baron fark etti. Böylelikle Tanrı’nın verdiği talihi açıldığı gün Sozak’tan yağda kızartılmış pişi gibi dolgun, sarışın bir kızı kaçırır. Sıradan bu çağın yerleşik Kazaklarının gelenek gereği “n” harfi şeklinde bir masa hazırlanır, gelin ve damadın arka tarafına el dokuma kilim asarlar ve kilime beyaz pamukla “Boranbay-Balağız” diye çiftin adları yazılır. Bunca hazırlıktan sonra sabaha kadar içki ve şarabı bol ihtişamlı bir düğün yaparlar. Gelin alan Maldıkız ana sevincinden başı göğe erer. Düğün sırasında elti ve gelinlerinin yanında mutluluğundan gerine gerine: “Ya, Tanrım, gençken dul kaldım, zar zor kendimi toparladığım sırada gözdağım, biricik oğlum bir serseri başıboş olacak diye korkardım. Onun da elin civanları gibi aile kuracağı günü de varmış. Allah’a bin kere şükürler olsun! Allah bu günleri görmeyi nasip etmiş. Artık ölsem gam yemem” der.

      Bazen bunca mutluluk ve neşe içindeyken ansızın bir dilediğin hedefini bulur ve akabinde yerine geliyormuş demek. Maldıkız ana düğün gününden bir hafta geçtikten sonra vefat eder. Güneş batarken gelininin elinden demlediği koyu çayı birkaç kez yudumladıktan sonra: “Baş ağrım başladı. Biraz uzanıp kestireyim” diye başını yastığa koymuş ve bir daha uyanmamıştı. Bu şekilde beklenmedik bir anda yorulmadan, acı çekmeden ve çektirmeden, kimseyi yormadan ebedi ve sessiz yolculuğuna çıkmıştı. Hakka yürüdüğü gün mübarek cuma günü idi. İmamlara göre, Yüce Yaradan cuma günü sadece sevdiği kullarını alıp götürürmüş… İşte size anlattığımız hikâyemiz bununla tamamlanırsa yeğdi. Fakat bir Kazak olarak yaşamak, herkesin düşündüğü kadar kolay bir şey değildi…

      Balık etli Balağız yengemiz ile Boranbay Baron’un evlilik hayatının mutluluğu uzun sürmedi. Başkasından söz etmek bir yana, gece yarısı onların evlerinden kavga ve bağırış sesleri duyulurdu. Bu kavgaların sonunun nasıl bittiği köyümüzün sakinlerinin malumudur.

      Bir gün Boranbay Baron erken uyandı:

      – Kalk, kadın, giyin çabuk! -diye uyumakta olan eşine seslendi.

      – Sabahın köründe ne telaşı bu aciz herif! der, Balağız yenge sıcak yatağından kalkmak istemez. Balağız daima “s” sesin yerine “ş” kullanırdı. – Rahat bırakır mısın adamı…

      – Çabuk ol, babanın eve gideceğiz!

      – Nereye?

      – Sozak’a.

      – Ne-ne? Şozak’a mı?

      – İnleme be, kalk diyorum! Babanın evine gideceğiz.

      – Düş mü gördün, biçare?!

      – Hey kalksana, “biçare-hakir” diye yatmaya devam edecek misin? Hızlı ol kadın, sabah otobüsünü kaçıracağız birazdan!

      Boranbay Baron, vazgeçmez ve o gün Balağız yengeyi de peşine takarak sabah otobüsüne binerler. Çimkent’e geldiklerinde tepedeki çarşıya giderler. Ufak tefek alış veriş yaparak, yengenin elindeki siyah çantasının çift gözünü de doldurur. Çarşı kapısı önünde bulunan 3 kuruşluk sodadan içer. Otogara gelip, Sozak’a kadar iki bilet satın alır. Baba ocağına siyah çantanın çift gözünü doldurarak gitmekte olan Balağız yengenin gönlü tok, memnun olsa gerek:

      – Dondurma alıp yiyelim, der kocasına nazlanarak. Çoğu zaman sesini yükseltip azarlayan Boranbay, bu sefer sesini dahi çıkarmaz. Gidip dondurma getirir. Sonra ikisi de gazete bayisinin yanında dondurmalarını bitirirler. Balağız yengenin elindeki dondurma yerken erir ve üstüne, yeşil kadifeli elbisesine damlayarak, kirletir.

      – İnek gibi yalıyorsun, -dedi Baron.

      – Yahu, biçare, serseri!, der acı dilli yenge, kendi hakkını vermeden.

      O anda Sozak’a giden otobüs de gelir park yerine. Balağız yengeyi otobüsteki yerine götürüp yerleştirdikten sonra:

      – Ben bir su içip geleyim, der Boranbay Baron, – Gidip geleceğim!

      – Ben de susamış gibiyim, der yenge de.

      – Ya, bir dur. Beraber su ararken siyah çantayı kaybedeceğiz. Endişelenme, sen otur!

      – Aman, Allah’ım. İçmiyorum o halde!

      Sonra, Boranbay Baron otogarda kendi eşini kandırıp, yönü belli olmayan tarafa doğru fırlar. Peşine baka baka kaçmaya devam eder. “Of, kurtuldum mu, kurtulmadım mı?” diye düşünür. Muhtemelen kurtulmuş olmalı. Çünkü peşinden gelen kimse yoktur.

      Balağız yenge Sozak’a giden otobüste kocasını çok bekler, gelmeyince kendi kendine konuşup azarlar, beddualar edip yola devam eder.

      Bu olaydan sonra ikisi de tekrar görüşmedi…

* * *

      İşte, o günden sonra uzun yıllar geçti. Yetmişlerin ortasında, yaş bir çubuğu at gibi binen çocuklar, yani bizler de büyüdük. Kimi zaman bir kırbacın sapı gibi kısa, kimi zaman ise sonsuz uzunlukta görünen bu hayatta, her birimiz gücümüzün yettiği kadar kendimize yer bularak, dirlik içinde yaşam göçünü ileri taşımaktayız.

      Bir zamanlar bizim çocukluk hayallerimizi zenginleştiren serseri Boranbay Baron, bu dünyada elli dokuz yıl geçirmiş ve geçen sonbaharda ansızın aramızdan ayrılmıştır. Ayrıca, o da cuma günü ve hastalanmadan ebediyete intikal etti. İmamlara göre, … Doğru ya, onu sizde biliyorsunuz artık!

      Arkasında bir eser kalmadı Baron. Bu faniden soyunu sürdürecek evlat bırakmadan gitti. Tabii ki, ondan dünyaya gelecek bir çocuk diğerlerine nazaran farklı olurdu. Özgürlüğü çılgınca seven, iyi bir yiğit… Yazık. Boranbay Baron’un soyunu sürdürecek böyle bir çocuğu öz kanından dünyaya getirmemiş olmaları üzücü. Bir ailenin ocağı söndü, izi dahi kalmadı…

      Evet, ha! Boranbay Baron’dan geriye kalan bir mirası var gibi. Bu miras köyümüzün yanındaki koruda yetişen ters bir ağaç. Köylüler çok uzun zamandan beri, o ağaca böyle bir isim takmış. Bir bakışta etrafındaki diğer ağaçlardan farklı görünmüyor. Ancak geçmişini öğrendikten sonra ağaca tekrar dikkatlice bakıldığında, bazı farklılıkları fark edeceksiniz.

      Hikâyesi kısaca şöyledir. Bir gün Erkebay dayımın bizden bir-iki yaş küçük oğlu, ayva tüyü gibi sarışın Antay, daha yaş bir çubuğu at