Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

– Baron sapladığı çubuk yetişmemesi mümkün değil! Gerçekten, bu çubuk daha sonra yetişir. Diğer ağaçlara bakıldığında baş tarafı gür kalın, yüksek bir karaağaç olur. Bu karaağaç yaprak açtığı zaman, koru tarafından ilerleyen Boranbay Baron’un kıvırcık saçı gibi uzaktan belirirdi. Yol kenarında yetiştiği için, odun kesmeye gidenler atı ve eşeği bağlar. Ayrıca çocuklar da bu ağaca tırmanırlar. Çünkü bu karaağaca kuşlar yuva yapar.

      Muhtemelen, Boranbay Baron’dan bize kalan tek eser budur…

Çeviren: Ufuk Tuzman

      BİZ, O, “MERSEDES” VE AŞK

      Biz onu ilk gördüğümüzde beğendik, delicesine âşık olduğumuzu hemen anladık. Hatta onun yaşı, vücudunun kıvrımları, endamı, elbette aklıyla bizimden büyüktü, daha yetişkin olduğuna bakmadık. Çünkü öylesine beyaz tenli, tüm güzellikleri kendisinde öylesine toplamış bir kızı daha önce köyümüzde görmemiştik. Çölün sıcak bozkırında yakıcı güneşi, amansız kurutan esmer, koyu tenli kızlar kolay bulunur. Onların arasında tabii ki, güzel, çekici ve sevimsiz olanları da az sayılmaz.

      Fakat onların hiçbiri bizim karşılaştığımız kadar güzel, onun kadar açık tenli değildi.

      İnsanoğlunun duyguları ve hayal gücünde hiçbir sınır olmadığı ne kadar da büyük bir zevk. Onun için kimse seni suçlayamaz, kimse seninle alay edip gülemez. “Be adam, gerçekten tam kalın kafa, su beyinmişsin! Ne kadar da eşek herifsin, o senin ablan yaşında değil mi!” diye kurcalayamaz, itham edemez. Çünkü sen içindeki sırrını kimseye sezdirmezsin. Kalbinin bir köşesinde saklar, gizli tutarsın. Sadece hayalinde buluşur, el ele gezer, sevgi denilen büyülü bir dünyanın sözle ifade edilemeyen gönül rahatlığına kavuşursun.

      Ama, onun yine de bir hayal, erişilmeyen bir arzu olarak kalacak olması son derece üzücüdür. Ancak, ayrı bir evin tavanını sıvayıp kapattığınız halde de, mutlaka bir delik bulup içeri sızan yağmur damlası gibi, bizim çocukluk sevdamız da engel tanımaz bir duyguydu. Belki de, bu yüzden ona olan sıcak duygularımız, kalbimizin tutkulu sevgisi, bir an bile unutulmadan, gün geçtikçe büyüdü. Ama o dünyada eşi bulunmayan son derece güzel, beyaz tenli ve ta başkentteki Kızlar Pedagoji Eğitim Enstitüsü, Müzik Fakültesi’nin bir öğrencisiydi.

      Biz onu ilk defa kuyu başında hayvan sularken gördük. Hangi kuyu başında yaşandığını sormayın. Çünkü Şavil’de tek bir kuyu var. Öğle vakti hava cayır cayır yanarken kırsaldaki tüm canlıları “tavaya atmış” gibi diri diri yakmaya başladığında, bu köyün meleyen hayvanları oraya doğru yol alırdı. Daha öncesinde toz, toprak yığılı düzlüğün tozunu toprağına katıp aksırıp, hapşırıp, öksürerek soğuk suya başlarını sokmak ister hayvancağızlar. Ancak çimentodan yapılmış uzun yalağa tamamının başı aynı anda sığmadığından, aralarında bir kargaşa kopar. Koyunu meleyip, ineği böğürüp, atı kişneyerek debelendiğinde sanki güpegündüz köye bir düşman baskın yapmış zannedersin.

      Herkes hayvanlarını hızlıca sulamak ister. Bazen kuyudaki su tükenip, hayvanların yarısı susuz kalırsa, işte, o durumdan kötüsü yoktur. Öyle durumlarda hem hayvan sahibi hem de hayvan kudurmuş gibi davranır.

      – Ah, ceddine lanet, it malı!

      – Hantallaşmadan defol buradan, cadı!

      – Al kovanı oradan tıngırdama!

      – Sana ne, kendin çek! Şu kovayı kafana geçireyim mi?

      – Ne yani, senin hayvanın su içmeli, benim hayvanım toprak mı yalasın? Şeklindeki bağrışmalar ve haykıran seslere çok alışmıştık artık. Öyle şeyleri umursamıyorduk bile. Önemseyemeyiz de, en iyisi kendi bildiğimiz işimizi yapmaya devam edeceğiz.

      Aha da, böyle bir kargaşa devam ederken, kuyu başına çıtkırıldım bir güzel kızın gelivermesi, bizim için büyük bir hadise oldu. Her köşeden çıkan kavga, gürültü, haykırma sesleri birden kesildi ve sadece hayret içerisinde bulunan gözler şaşkın şaşkın bakakaldılar. İnce beyaz elbise giyinen, kuğu boyunlu, servi boylu bir güzel, elinde bir kovayla karşımızda gülümsüyordu. Cennetten inen bir melek gibi güzelin karşısında aynı zamanda itibarımız yerle yeksan oldu. Hayvanla hayvan olduğumuza çok utandık. O, elindeki kovasını sallayarak şöyle dedi:

      – Ben Sağira ananın koyunlarını sulamaya geldim. Acaba, sıranın sonu kim? diye sordu.

      Bizse, sanki birbirimizi yeni görmüşçesine davranmaya başladık. “Sen söyle, söylesene sen”, diye etrafımızdaki insanlara bakıyoruz. Ama kimse söylemiyordu. Çünkü ortada ne kuyruk, ne de kuyruğun sonu vardı.

      – E-e-e! Herkes birinci mi, yani? -dedi, gümüş bir zil gibi tıngırdayıp.

      Biz ise gülümsemeye başladık.

      – E-e-e! -dedi, sesi uzatarak. – Anlaşıldı. Demek, ben de birinciyim, öyle mi?!

      Bunları söyledikten sonra, aramızdan serbestçe itekleyip geçerek kuyunun kenarına çıktı. Hepimiz yol vererek, onu sessizce izledik. Hayvanlar bile, kuyu başında büyük bir değişiklik olduğunu hissetmiş gibi, ince yalaktan kafalarını havaya kaldırarak bize şaşkın şaşkın bakakalmışlardı.

      Az önceki güzel kız söğüt ağacı gibi eğilip, bir kova suyu çıkardığı sırada, birden bire ayağı kayarak, az kalsın kuyunun içine düşeyazdı. İki kolunu havaya kaldırarak, sallana sallana dururken, eğer Artıkbay nasırlı eliyle onun bembeyaz bileğinden tutuvermeseydi ki, kötü çarpacaktı. Genellikle bu tür hadiseler köyümüzde sık sık yaşanırdı. Bu sene ilkbaharda, Artıkbay düştü ve yalak taşına çarptığı alnının sağ yanında derin bir kesik açılmıştı.

      Ancak yere zıplayarak toparlanan güzel kızın suratında ve gözünde korkunun izi dahi yoktu. Korku yerine bir mucize görmüş gibi gülmeye devam ediyor.

      – Şimdi, ben bunca zahmetle ulaştığım bir kova suyu ne yapacağım? – dedi bir hayli zaman sonra gülmeyi kesip, oldukça ciddi bir tavırla – Sağira ananın koyunları hangisidir?! Ben onları tanımıyorum…

      Artıkbay ona alaylı bir bakışla:

      – Bütün bunlar, Sağira ananın koyunları – dedi, gülümseyip.

      – Eyvah! –diyen kızın gözleri fal taşı gibi açıldı. – Bana üç tane olduğunu söylemişti. Güldük. Kuyunun yanında oluşan küçük bir su birikintisine konan serçe sürüsü “fıııııırrrrr” etti, uçtu.

      – Kovanızı bana verin, – dedi Artıkbay elini uzatarak. – Sağira ananın koyunlarını ben sulayayım…

      O gün sürü halindeki hayvanları sorunsuz suladık. Her-gün yaşandığı gibi herkes kendi hayvanını önce sulamaya kalkıp endişe yaratmadı. Artıkbay yoruduğu zaman, diğer çocuklar da dönüşümlü olarak yalağı anında dolduruyorduk.

      Hayvanı sularken safımıza yeni katılmış olan güzel kız, Artıkbay’ın üzerine bir kova suyu boşaltıverdi ve gülerek kaçmaya başladı. Biz ona çok güldük. Yalağın aşağı tarafına gelip konarak oturan bir gurup serçe “Of, be! Bunlar tekrar tekrar rahatsız ediyor” der gibi “pırrrrrr” diye uçup gitti.

      Artıkbay ise, üstü başından sular aktığı halde çaresiz kaldı. Bu onun daha önce yapmış olduğu kurnazlık ve alaylı mizahına karşı yapılan bir davranış payıydı. Güzel kız çok uzaklaşmadan birdenbire arkasını döndü ve Artıkbay’a baktı, el sallayarak:

      – Çav! – deyip gitti.

      Bizse bir süre sonra kendimize gelerek, birbirimize:

      – Kimdi