Nurgali Oraz

Kazıgurt Öyküleri


Скачать книгу

oldu…

      O aşağı kata inerken, mermer merdivenden çıkan ayak sesleri boşlukta tak tuk diye yankılanmaktaydı. Korkutan bir şeydi. Millî ruhumuzun mekânı gibi olan şu kutsal ocaktaki yaşam ateşi sönüyor gibiydi…

      Şehrin en telaşlı vakti başlamıştı. Birçok insan işten çıkıp durakta araç bekliyor, birçoğu ileri geri durmadan akan arabalara binip gidiyorlardı. Sabahleyin yuvasından neşeli bir şekilde, gülümseyerek çıkan yaz güneşi şimdiyse şu kalabalıktan ve telaştan bıkmış gibi gönülsüzce batıya doğru eğilmeye başlamıştı. O, dağ tarafındaki “Baht Kuşu” lokantasına doğru acele etmeden, yavaşça yürümeye başladı.

      Aladağ’ın eteğindeki güzel şehir son yıllarda çok değişti. Tam da ergenlik çağına geldiğinden beri kozmetik ürünlerini çokça kullanmaya başlayan bir genç kız gibi. Sokak boyunca sırasıyla dizilmiş büyük küçük mağazalar, kafeler, lokantalar, oyun kafeleri, hepsi de özel sahiplerindi. Eskiden, bu geniş sokağın boyunda sadece devlete ait bir iki mağaza ve yıl boyunca ne işle uğraştıkları bilinmeyen gizli kurumlar olurdu. Bunlarsa, uzun yıllar süren savaştan sonra yenilgiye uğrayıp can veren sosyalist sistemin evlerine zorla giren, galip kapitalizmin askerleri gibiydi. Yine de, ne bu zaferle ne de yenilgiyle yazar Muhit Mukanov’un zerre kadar alakası yoktur. O, dün olup biten, bekli bugün de devam etmekte olan savaşı, sadece sihirli bir ekrandan seyrediyor gibiydi. Çünkü onun gözlerinin önünde, yağmurdan sonraki mantarlar gibi çoğalmakta olan özel şirket, mağaza, lokanta ve büfeler arasında şu benimki diyeceği hiçbir şey yoktur. İlginç olan, Kazak topraklarına “Mercedes” ile böbürlenerek gelen kibirli kapitalizme elini uzatıp selam vermedi, o da bunu insanmışsın deyip önemsemedi. Böylece, onların arasındaki yaşam mahkemesi kendi kararını verdi: sana kim lazım değilse, sen de ona lazım değilsin!

      Onun aklına, geride kalan çocukluk çağındaki hayalperest günlerinden birinde kaleme aldığı ilk hikâyesini elinin altına sıkıştırıp Mekke gibi kutsal görünen Yazarlar Birliği’nin eşiğinden çekinerek içeri girdiği an gelmişti. O zaman, onu fazla bekletmeden hikâyesini okuyan biraz kaba ve kibirli eleştirmen, bir şeye şaşırmışçasına mağrurlanarak kendi kendine konuşuyor gibi: “Yavrum, senin adın Muhit olsa da yazdıkların dağ eteğinden fokur fokur kaynayıp çıkmakta olan berrak bir pınara benziyormuş” demişti olumlu görüş belirterek. – Ne kadar temiz bir ezgi, temiz bir üslup!”.

      Ondan sonra, onun gözünün önünde sık sık, uzaktaki yüksek dağın eteğinden fokurdayarak çıkan berrak bir pınar canlanmaya başlamıştı. Kendisini o temiz pınar gibi görüyordu. Çünkü üslup dediğimiz insandı, gerçekten de insan… İşte, aradan uzun yıllar geçip kutsal ocaktaki hiddetli eleştirmenin yerine, onun edebî danışmanı olarak geldiği vakit zaman da değişti. Artık o dağ eteğindeki temiz pınar, kimseye lazım değildi. Belki, şu toplumun temizlikle ilgili anlayışı değişmiştir…

      İşte, bunun gibi düşüncelerle “Baht Kuşu” lokantasına da yaklaşmıştı. Orada, şu parkın içinde kızıl sarı tuğlayla örülmüş, çatısı dik, güzel binaydı lokanta. Elindeki saate bakmıştı, daha yediye on dakika vardı. Parkın önünde gri taşlardan örülen, daire şekilli alandaki kırmızı çiçeklere bakarak bu civarda gezinmek istedi.

      “Nasıl biridir acaba?” diye düşündü parkın kapısına tekrar tekrar bakarak. – “Baht Kuşu” lokantasına yemeğe davet edenler genelde zengin insanlardır. Onlarda her şey hesaplıdır; dostluk da, akrabalık da, eğlenip dinlenmek de hatta aşk da. Çünkü para, her zaman ilk sıradadır. Her şeyi çözen odur. Para, hesabı sever. Hesapsız saçan insanı, er ya da geç bırakıp gider…”.

      Arabaların durduğu kapı önündeki alana, vişne renginde güzel bir yabancı araba gelip durdu. Çocukluk döneminde arabalara pek hevesi olmamıştı, son yıllarda şehirde epeyce çoğalan çeşitli arabaların bir ikisi hariç, çoğunun markasını ayırt edemezdi.

      İlginç. Bu araba onun gözüne nasılsa sıcak göründü. Arabadan inen kırmızı ipek elbiseli, uzun boylu, güzel genç kız ona dönüp elini sallayarak, eski bir tanıdığını karşılarmışçasına gülümsedi. Sonra gözündeki siyah gözlüğünü çıkararak:

      – Az kalsın gecikecektim, -dedi kafasını sağ omzuna doğru birazcık eğip nazlanarak.

      Evet, bu o, nazik bir tanıdık ses.

      – Ha-hayır, -dedi o, tanımadığı genç kızı rüyasında değil, uyanıkken görmekte olduğuna şaşırarak.

      – Siz… Sizsiniz ya?

      – Evet, ben. Benim, diyerek gülümsedi kız, saygıyla kafasını birazcık aşağı eğerek. – Yaaa, geç kalırım diye çok acele ettim. Siz, beni beklemeden gidecekmişsiniz gibi geldi bana.

      – Ooo, -dedi Muhit de gülümseyerek. – Sizin gibi güzel bir genç kızı beklememek günah!

      – Siz… -dedi kız ona göz ucuyla eleştirircesine bakıp, – Benim güzel olduğumu nereden bildiniz?

      – Hissettim.

      Kız şaşırmış gibi oldu. Parkın içindeki dar yolda omuz omuza, birlikte yavaşça yürüyüp lokantanın yazlık salonuna girdiler. Muhit menüyü eline almadı.

      – Bugün ben sizin emrinizdeyim, -dedi lokantaya davet edenin kendisi olmadığını kibarca hatırlatarak.

      Kız, gülümseyerek menüye göz gezdirdi ve hızlıca çeşit çeşit yemek siparişi verdikten sonra içecek kısmına gelince:

      – Ne içeceğiz? -deyip soran bir yüzle Muhit’e baktı.

      – Sizinle birlikte zehir içmeye de hazırım. Kız:

      – Ooo sizde var mı? -diyerek yay gibi eğilmiş beklemekte olan garsona baktı. Garson, gülümseyerek kafasını salladı.

      – Öyleyse viski içelim!

      – Siz, beni alıştıracaksınız bakıyorum, -dedi Muhit. Garson gittikten sonra:

      – Koytaş’taki okulda mı okumuştunuz? -diye sordu kıza.

      – Evet.

      – Sonra?

      – Moskova’da.

      – Mesleğiniz?

      – Aaah, mesleği unuttuk! Ziraat Akademisi’nden mezunum. Ziraat mühendisiyim…

      – İlginçmiş. Ben sizin tarlaları dolaştığınızı hiçbir zaman gözümün önünde canlandıramazdım.

      – Ben de, deyip gülüverdi kız.

      Garson masaya şerbet gibi berrak kırmızı bir viski ile sebze salatasını getirdi ve nehrin kıyısında yatan, buz gibi parıldayan kristal kadehlere azar azar içki koydu.

      – İlk kadehi ne için kaldıracağız ağabey?

      – Bilmiyorum. Demin söyledim ya, bugün ben sizin emrinizdeyim.

      – Artık bu ilkenizden vazgeçmeyecek misiniz?

      – Evet.

      – Bugün, ben ne söylesem de yapacak mısınız? Muhit, gözlerini kapatıp kafasını salladı.

      – Öyleyse, ilk kadeh kaldırma konuşması size ait.

      – İlginç bir şey söyleyeyim mi?

      – Söyleyin.

      – Ben, sizin adınızı bugüne kadar bilmiyormuşum.

      Kız kafasını sandalyenin sırtına doğru yaslayarak nazik sesiyle yine güldü.

      – Bugüne kadar diyorsunuz!

      – Evet… Ben, sizi bugüne kadar tanımadığım için pişman oluyorum.

      – Devam