o hayvanlarım yerine bana… Deyip Moloo-hoy Uybaan aniden sustu.
– Kere Ketiriine’nin yanına gidecek misin gitmeyecek misin?
– Onu görmeden yaşayamam. Onu gördüğümde çok mutlu oluyorum, ruhum aydınlanıyor…
– Tamam, doğru, sizin birbirinizde gönlünüz var, birbirinizi seviyorsunuz, deyip İhtiyar Beceke derin bir iç çekti. “Tıka, bana öyle geliyor ki siz onları çok fena sinirlendireceksiniz.”
– Neden sinirlenecekler?
– Muhtar Kıççık, öncesinde seni öğrenirse razı olmaz. O seni uşağı gibi görüyor. Bu yüzden eskiden beri evinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Sonra sizin aşkınız… Deyip İhtiyar Beceke birden sustu.
– İhtiyar, fakat sen “Aşk, doğuştan verilmiş bir mutluluktur.” dedin ya! Biz birbirimizi severek mutlu olamaz mıyız?
– Birbirine denk olan kızla oğlanın aşkı doğru, onları mutlu yapar. Fakat Muhtar Kıççık seni kızına denk görmeyecektir. Bu yüzden söylüyorum, sizin aşkınız onları çok sinirlendirecektir.
– İhtiyar, bunu ben idrak edebiliyorum ama yüreğim anlamıyor. Kere Ketiriine de benim gibi aklıyla anlamaya çalışacaktır ama yüreği beni isteyecektir gerçekten. Ben onu görmediğimde yaşadığım hayat, hayat olmaz, dedi Moloohoy Uybaan endişeli bir şekilde.
– Bence sen Kıççık’ın yanından ayrılıp kendi çiftliğini kurduğunda sizin aşkınızın şansı artacak.
– Onlardan ayrıldığımda, ayrı yaşadığımda, bizim aşkımızın şansının artacağını neye dayanarak söylüyorsun?
– Öncelikle onlardan ayrılarak bağımsız yaşa. O zaman sevdiğin, gerçekten seni seviyorsa ailesi ne kadar karşı çıksa da ya kaçar ya da bir şekilde sana gelir. Böylece muradınıza ermiş olursunuz. Tıka, bütün gece gevezelik yapmayalım, biraz da uyuyayım, dedi İhtiyar Beceke.
İhtiyar Beceke ile birlikte o gece otlarda yatarken konuştukları Moloohoy Uybaan’ın aklından çıkmadı. Tüm gün boyunca ot kesip toplayarak çok yorulsa da uzun süre uyuyamadı. Gözlerini kapatıp yatsa da sevdiği, güneşin altında doğmuş toygar kuşu, Kere Ketiriine aklından çıkmıyordu. Aklında sevdiği, gözleriyle ve gülümsemesiyle hep “Seni seviyorum.” der gibiydi. Bu onu mutlu ediyordu. Sevdiğinin babasının, onu kızına denk olmadığını düşünmesi, aşkına, mutluluğuna engel olacak gibiydi. Bu düşüncesinden kurtulmak için Moloohoy Uybaan, Beceke’nin sık sık söylediği “Mutluluk ve dert, kız kardeş gibidirler.” sözünü hatırladı. İşte böyle, aşk hakkında her şeyi düşünüp çok da iyi bir uyku çekmeden yatarken sabah gün ışığıyla birlikte bir yolunu bulup sevdiğiyle konuşup muhakkak onu sevdiğini söylemeye karar verdi. Ona doğduğu yere gideceğini, ailesinin hayvanlarını alıp ayrı bir hayat kuracağını, onun eşi olarak kendisiyle gelip gelmeyeceği hakkında konuşacak, onun kararını öğrenecekti. “O beni sevmesine rağmen zengin ve refah hayatından ayrılıp bana gelmeyi istemezse o zaman ben ne yaparım, nasıl yaparım?” diyerek birden hüzünlendi. Sonra birden “Hayır, hayır, Kere Ketiriine beni canıgönülden, benim onu sevdiğim gibi seviyor. Ben her nerede yaşarsam yaşayayım o gelecek, benden ayrılmayacak.” diye düşünerek umutlandı.
Her ne kadar gece uyumasa da Moloohoy Uybaan sabah güneşin doğuşuyla birlikte kalkıp çayını ısıttı, İhtiyar Beceke ile birlikte kahvaltılarını yaptılar. O, ot kesmek için vadiye gitti, İhtiyar Beceke de geri döndü. Gün biterken geçen gece sevdiği Kere Ketiriine hakkında konuştukları aklından, fikrinden çıkmıyordu. Bir an önce, bir şekilde sevdiğiyle görüşüp konuşmak istiyordu.
Bu düşüncelerle Moloohoy Uybaan, Uoraannaah Nehri’ndeki vadinin otlarını biçip işini bitirdi. Sevdiğiyle görüşebilmek için bir yol arıyordu ancak onunla görüşmeyi de konuşmayı da başaramıyordu. Ailesi, Kere Ketiriine’nin her adımını izliyor, nereye gittiğine dikkat ediyor, onu evden yalnız başına hiçbir yere göndermiyordu. Kızla oğlan nadiren uzaktan birbirlerine gözleri ve dudaklarıyla gülümseyerek aşklarını bildiriyorlardı. Bu, onları mutlu eden anlardı.
Moloohoy Uybaan, mümkün olan her şeyi denemesine rağmen sevdiği Kere Ketiriine’yi uzun süre göremediği için çıkmaza girerek İhtiyar Beceke’ye:
– İhtiyar, sen daima insan doğanın çocuğudur; doğada otlar ve ağaçlar tohumdan büyürler, insan da böyledir, dersin. Fakat neden insanların hepsi birbirine denk değil? Diye sordu.
İhtiyar Beceke, oğlana gülümsedi, sevgi dolu gözleriyle ona baktı.
– Tıka, doğru, insan doğanın çocuğudur. Gerçekten böyledir. Hem zenginlerin hem de önemsiz kişilerin çocukları annelerinden çıplak bir şekilde doğar, denklerdir. Fakat senin de bildiğin gibi ot da ağaç da tohumdan büyür. Bazıları uzun boylu, iri yarı ve önemli olurlar. Bazıları her ne kadar aynı tohumdan büyüseler de bulunduğu yerlerin nemsiz, susuz olmasından dolayı küçük, zayıf, dayanıksız, bodur ve küçük olurlar. İnsanoğlu da böyledir. Zenginlerin kudretli çocukları, yenilmesi mümkün olmayan kişilerin çocukları gibi, çıplak doğsalar bile çok güzel bir hayat içerisinde büyür ve yetişirler. Zenginlerin çocukları, yoksulların çocuklarıyla eşit değillerdir, dedi.
– Yoksullarla, zenginlerin çocuklarının aşkları farklı mıdır?
– Tıka, doğada da insanoğlunda da aşk aynıdır. Bir fark yok diye düşünüyorum. Her ikisinde de aşk, güneşin altında meydana gelir ve büyür, dedi İhtiyar. Bunu duyan Moloohoy Uybaan’ın Kere Ketiriine’ye olan aşkı daha da kuvvetlendi.
– Peki, ben buradan ayrılıp başka bir yerde yaşadığımda, sevdiğimle kavuştuğumda, babamız olmayı kabul edip bizimle birlikte yaşar mısın?
– Tıka, gidecek hiçbir yerim yok, ben burada yaşıyorum. Siz mutlu olduğunuzda hiç şüphesiz sizinle, çocuklarımla birlikte yaşamak, vakit geçirmek isterim.
Fakir, yoksul insanları utandıran, sisli soğuk kış çıkıp geldi. Otlar, ağaçlar buzla kaplanıp dondu. İnsanlar ocaklarındaki ateşte ısınmaya, hayvanlarını evlerine bitişik yapılmış ağıllara koymaya başladılar. Hatta güneş, soğuğun dumanında boğulup rengi soluklaşmış, zengin kadınların kunduz kürklü çatlak kalpaklarının gümüş plakasının rengi gibi beyazlamış görünüyordu. Böyle soğuk kış mevsimlerinde, insanlar ocakları için gün boyunca kestikleri ağaçları parçalayıp, içecekleri suları hazırlayıp hayvanların yiyeceği olan otları taşıyorlardı. Oraya buraya gidip oradan buradan konuşmaya zamanları yoktu.
İşte, bu zor şartlar altında geçen 1896-1897 yılının kışında Moloohoy Uybaan, sevdiği Kere Ketiriine ile hiçbir şekilde görüşemedi. Fakat İhtiyar Beceke’nin “Doğada sonsuz hiçbir şey yoktur, bütün her şeyin bir başı ve sonu vardır.” dediği gibi, Saha Yeri’nin kışı uzun olsa da şubat ayından itibaren güneş ışıkları yavaş yavaş kendini gösterip ormanın kenarından, zamanın üzerinden yükselmeye başladı. Mart ayından itibaren güneşin ışıkları daha da arttı. Otlar güneş ışıklarıyla dinlenirken etrafındaki karlar erimeye başladı. Kütüklerin üzerindeki kış boyunca biriken beyaz tavşan kalpağını andıran karlar, gün boyunca eriyerek terleyen kişinin kalpağını aralaması gibi açılmıştı. Doğada artan sıcakla beraber güzel bahar mevsimi geliyordu.
Saha Yeri’nde bahar zamanı! İhtiyar Beceke boşuna Saha Yeri’nin bahar zamanını, kutsal bahar diye adlandırmamıştı! Yaş ot ve ağacın tohumu nemli yere düşüp, kalın kabuğunu kırıp filizlenerek gün ışığında yukarı doğru uzayarak büyüyordu. Genç boğalar kızışıp böğürerek sesler çıkarıyor, aygırlar kısraklarla birlikte