geçiren kişiyi “bodon”, yani “hastalıklı” diye adlandırmışlardı. Bodon, durmadan hastalanan, zayıf düşmüş hastalar için kullanılan bir tabirdi.
Cüzzam hastalığı, Saha Yeri’nde Halıma ve Bülüü’de vardı. Bülüü’de üç yerde insanlarda bu hastalık görülüyordu: Mastaah, Orta Bülüü ve Yukarı Bülüü kasabalarında. Bu kasabalarda çok fazla balık yenildiği için insanlar hastalanıyordu. Bu göz önüne alındığında cüzzam hastalığı balıktan insana bulaşıyor gibi görünse de bu konuda o zamanlar henüz bir araştırma yapılmamıştı.
Cüzzam hastalığı kapmış kişilerin iyileşmediği, yaşarken etlerinin çürüyüp, kemiklerinin ayrılıp çok büyük acılar çekerek öldükleri biliniyordu. Fakat onlardan intihar edenler hiç duyulmamıştı. Gerçi, böyle iyileşmez ağır bir hastalığa maruz kalmış biri, çektiği acıları hafifletmek için intihar edebilirdi. Ancak onların intihar ederek dertlerinden, acılarından kurtulamayacakları şeklinde bir düşünce bizim anlayışımızda, inancımızda vardı. İntihar ederek ölen kişinin ruhunu Tanrı Aybıt Ayıı Toyon, Aşağı Dünya’nın kapısına gidip ruhunu kurtarmaz; onun ruhu, doğduğu Orta Dünya’da başıboş olarak gezer diye bir düşünce vardı. Farklı yerlerde intihar edenlerin ruhlarıyla ile ilgili insanların duyduğu, onların hoşuna gitmeyen, korktukları birçok olumsuz hikâye, rivayet vardı. Cüzzam hastalığına yakalanan hastalar, bir müddet yapayalnız ıssız ormanda, kulübelerinde ölecekleri günü bekleyerek dert ve sıkıntı çekerler ama ruhumuz kötü, başıboş bir melek olacak diye korktuklarından intihar etmezlerdi.
Cüzzam hastaları, kulübelerinde yaşarken beş altı gün boyunca insanların getirip bıraktıkları yemekleri almayınca onların öldüğü düşünülüyordu. Çok dikkatli bir şekilde, onun yaşadığı kulübeyi uzaktan gözetleniyordu. Öldüğünden emin olduklarında, eğer yazın ölmüşse kulübeyi dışından yıkıyorlar; buraya, insan ve hayvan yaklaştırmıyorlar, ağaç ve dal parçalarını kulübenin üstüne yığıyorlardı. Fakat cüzzam hastası kışın ölmüşse kulübenin üstüne ve çevresine kuru ağaçları koyarak yakıyorlardı. İşte böyle, cüzzam hastalığından ölen kişiyi başka bir hastalıktan ölmüş gibi tabuta koyup çukur kazarak gömmüyorlardı.
Doğrusu, cüzzam hastalığı dünyadaki bütün halklar arasında bilinen bir hastalıktır. Eski Yunan doktorları bu hastalığa lepra derler. Tıp bilimine Latince lepra olarak girmiştir. Ruslarda prokaza, Sahalarda ise aran derler.
Yabancı yerden Mastaah’a gelen merhametli hemşireye, Mastaah’ın çevresinde yaşayan halkın arasında bulunan cüzzam hastalarının yaşadığı yerleri gösterip onların yaşadığı kulübelere girerek onlarla konuşmalarını dinlemek, Muhtar Kıççık Miiterey’in içinde çok fazla korku oluşturmuştu.
Ketti Marsden Hanım, Mastaah Gölü çevresinde yaşayan halka sorarak cüzzam hastalarının yaşadığı yerlere birkaç defa gitti. Buradaki cüzzam hastalarına, başka yerde defalarca gördüğü hastalarla kıyaslanamayacak şekilde gaddarca davranıldığını, onların çok kötü şartlarda yaşadıklarını gördü. Hastaların yaşadığı kulübeler, yaklaşık dört metrekareydi. Bu kulübe, yere kazılmış yarım metrelik çukur içine ağaç direklerin dikilmesi suretiyle meydana getirilen duvarlardan yapılmıştı. Kulübenin yüksekliği yaklaşık iki metreydi. Dış tarafında en fazla yirmi beş santimetre genişliğinde penceresi vardı. Pencerenin yanındaki duvarın dibinde tahtadan bir yatak, kulübenin kapısının bulunduğu köşede küçücük topraktan yapılmış bir ocak, ocağın karşısındaki duvara bitişik küçücük tahta bir masa, kütükten kısa bir sandalye, küçük bakır çaydanlık, küçük bakır kazan ve ahşap bir kap vardı.
Hastaların hepsinin elbisesi eskimiş, keçeleşmiş, tiksinç ve yırtıktı. Gerçi onları dikecek yaması, iğnesi ve ipliği yoktu. Dahası çay yerine yakı otu toplayıp kurutarak çaydanlıklarında veya kazanlarında demleyip içiyorlardı. Bunu, Ketti Marsden Hanım, tedavi eden bir şey mi diye düşündü. Yattıkları yataklarına hastaların çoğu ot yolup sermişti. Ayrıca buzağı veya tay derisinden döşekleri vardı. Rengi, deseni gitmiş, yırtılmış, keçeleşmiş eski yorganları vardı. Sazan derisinden yapılmış para kesesine otu tıkıştırıp başlarının altına koyuyorlardı. Başkalarının veya köy halkının sırayla getirdiği yemekler ise bir parça kuru pide, kurutulmuş golyan balığı, uzun süre haşlanmış bir parça etten ibaretti. Et genellikle tavşan veya kuş etiydi. Ayın başında ve sonunda çok az tereyağı veya bir parça çiğ yağ tattırıyorlardı. Böyle yiyeceklerle hiçbir tedavi olmadan ölecekleri zamanı bekleyerek yaşıyorlardı.
Böyle yaşayan zavallı cüzzam hastalarını Ketti Marsden Hanım görünce merhametinden yüreği sızlayarak bazen göz yaşlarına hâkim olamıyordu. Boşuna mı Ketti Marsden Hanım, Kazak rehber İvan Prokofev’e kendi parasını verip, Mastaah’tan Bülüü şehrine gönderip Mastaah Gölü’nün alt tarafındaki on beş cüzzamlının her birine birer paket çay, ikişer tane yarım kiloluk tütün, birer pipo, ikişer iğne, birer yumak ipi aldırıp bunları cüzzam hastalarının yaşadığı kulübeleri dolaşarak onlara dağıttı? Zavallı hastalar buna seviniyor, Ketti Hanım’ın durduğu yerden uzak duruyor, hastalıkları bulaşır diye ona yaklaşmıyorlardı. Ketti Marsden Hanım cüzzam hastalarına böyle davrandığı için Kazak Rehber İvan Prokofev ona “acı çeken fakirlerin sevgili arkadaşı” diyordu. Sonra çevirmen memur Petrov ve Kazak Ördek Parmak, gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Onlar cesur ve merhametli İngiliz Hemşire Ketti Marsden’e canıgönülden daha da saygı duymaya başladılar.
Mastaah bölgesindeki bütün cüzzam hastalarını dolaşarak onların isimlerini yazıp kaydeden Ketti Marsden Hanım, rehberleriyle birlikte Bülüü şehrine döndü. Şehirde çok kısa bir süre dinlendi. Yıkanıp taranarak elbiselerini değiştirip rehberleriyle Orta Bülüü bölgesine gittiler. Burada epey köy gezdiler. O zamanki Orta Bülüü şehrinde Kebeeyi ve Lüüçün Göllerinin alt tarafında yaşayanların yanına gittiler. Orada bulunan cüzzam hastalarını dolaşıp onları listelediler. Ketti Marsden, karşılaştığı cüzzam hastalarına tedavi olup olmadıklarını sordu ama tedavi olmuyorlardı. Bir an önce ölecekleri günü bekliyorlardı. İşte böyle, Ketti Marsden Hanım Saha Yeri’nin tamamında yaklaşık üç bin km yeri at sırtında dolaşarak yetmiş beş cüzzam hastasının yaşadığı kulübeyi gördü, her biriyle tek tek konuştu.
Merhametli ve cesur İngiliz kızı Ketti Marsden Hanım cüzzam hastalığına yakalanmış zavallılara nasıl yardım edeceğini, en azından onların ölene kadar nasıl insan gibi yaşayabileceklerini bulmaya çalıştı. Boşuna bir çaba olarak cüzzam hastalığına yakalanmış kişinin yakın akrabalarına, çevresine:
– Söyleyin bana, neden cüzzam hastalığına yakalananları evinizde yatırıp bakmıyorsunuz, korumuyorsunuz? Diye sordu. Oradakiler, hasta olanlara nasılsa merhametli olanlar acıyarak yardımda bulunduğundan, kemikleri eriyip çürüyerek düşen hastaları evlerinde yatırmaya korkuyor ve bu yüzden onlara evlerinde bakmayı düşünmüyorlardı.
Ketti Marsden Hanım 31 Temmuz 1981’de Orta Bülüü bölgesinin merkezinden Bülüü şehrine geldiğinde Bölge Reisi Kirgieley Cerimieyep Bey, sekreterine Sahaca “Teşekkür” mektubu yazdırmıştı. Mektupta şunlar yazıyordu:
Ben, bölge reisi olarak kendi bölgemin tamamındaki cüzzamlı yerlere bizzat gidip büyük bir samimiyetle onlara bireysel yardımda bulunan hanımefendiye, kendi adıma ve bütün bölge halkım adına tüm içtenliğimizle teşekkür ediyor ve saygılarımızı sunuyoruz. Sen, temiz kabinle bizim zorlu yolları olan