Muhterem Ateş

Kutlu Ant


Скачать книгу

diyarlara gidersen bu ızdırabından kurtulabilecek misin? Börükaya şunu unutma: Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça canları-tinleri bir o kadar yakınlaşır. Kaçışın ızdırabını dindirmez! Yaran daha da derinleşir, böyle bir kaçışın sonu hüsrandır!

      – Bu söylediğin, “Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça ruhları bir o kadar yakınlaşır.” sözünü yıllar önce bir kurgan15 taşının üzerinde okumuştum. Çok şaşırdım şimdi, dedi Börükaya.

      – Aklıma şu anda geldi, benim kendi düşüncem bu Börükaya! Benzer sözler de okumuş veya duymuş olabilirsin. Demek ki benimle aynı şekilde düşünen birileri varmış!

      –Talayhan! Yüreğim yanıyor. Culduz’u öldüren kardeşini ve ailesini düşünmek, bana çok acı veriyor. Onu bana yâr etmediler. Buralardan çok uzaklara çekip gitmeliyim. Onların hiç bir şey olmamış gibi bu dünyada yaşamaya devam etmelerini kabullenemiyorum!

      Talayhan şaşırmıştı; “Anlayamadım! Öldüren kardeşi de ne demek? Bir insan kız kardeşini öldüremez! İnsan kızkardeşine nasıl kıyar Börükaya? Senin bir yanlışın olmalı!”

      –Bu güne kadar ne sen sordun bu konuyu, ne de ben anlattım! Yüreğimde taşıdığım bu acıyı kimse ile paylaşmadım. Sen kan kardeşimsin Talayhan! Artık bu acı dolu hikâyemi sana anlatmalıyım.

      Talayhan, Börükaya’nın biraz dinlenmesi gerektiğini düşünerek;

      – Şimdi yorgunsundur, içeri geçelim! Bir çamçak16 kımız sana iyi gelir. Konuşup dertleşirsek belki buralardan uzaklaşma fikrini değiştirirsin!

      Börükaya, İlörgi Saray’ın dışında konuşmak istediğini daha sonra da vedalaşıp gideceğini söyledi. Talayhan, muhafızlara Börükaya’nın atını almalarını söyleyerek;

      – O zaman, seninle Karakoban Nehri boyunca yürüyelim ve orada konuşalım, dedi.

      Birlikte İlörgi Saray’dan çıktılar. Börükaya acı dolu bakışlarla anlatmaya başladı:

      Biliyorsun, Kasavkanlı Savaşı’na seninle birlikte katıldık. O savaşta ağır yaralanmıştım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşım Malkarbiy de benim gibi yaralıydı. O, Çegembay Eli’ndendi. İkimiz, güçlükle sarp ormanların arasındaki bir mağaraya sığınmıştık. Benim yaram daha ağır olmalıydı ki kendimden geçmişim, sonrasını hiç hatırlamıyorum. Malkarbiy daha dayanıklıydı, bu yüzden kolay pes etmemişti. Hayatta kalabilmek için mağaranın yanından geçen bir dağ keçisini avlamış. Hayvan iç yağının, insan vücudundan akan kanı çok kısa sürede durdurduğunu biliyormuş. Bildiğim kadarıyla babası atasagun17 annesi de kemik kırık-çıkık tedavisi eden bagıvçu18 imiş. Kemik kırık-çıkık tedavisi yapanlara ‘sılavçu amma’ dendiği için annesine de ’Sılavçu Amma’ derlermiş. Annesi aynı zamanda kadınlara doğum da yaptırıyormuş.

      Malkarbiy, anne ve babasından çok şey öğrenmiş olmalıydı. Avladığı dağ keçisinin iç yağı ile yaralarımızdan sızan kanı hemen durdurmuş ve mağaranın içindeki afsunlu sudan içirerek beni hayata döndürmüş. Kendisi de iki gün boyunca avladığı hayvanın etini yemiş. Çam sakızı ve ağaç kovuklarından topladığı balın peteklerini birbirine karıştırarak yaralarımızı sarmış. Ben tam iki gün kendime gelememişim.

      Günler sonra kendimi Çegembay Eli’nde, Malkarbiylerin evinde bulmuştum. Vücudumdaki yaralarımın sızlamasıyla gözümü ilk açtığımda, karşımda sadece ela gözleri gördüm. Seslerden odanın kalabalık olduğunu anlıyordum ama gözlerim sadece bu iki ela gözü görüyordu. Diğer kişilerin sadece seslerini duyabiliyordum. O an gözlerimi kaybettiğimi düşündüm. Yanıbaşımda sesinden tanıdığım Malkarbiy’e yavaşça, ‘Karşımda sadece bir çift ela göz görüyorum, başka hiçbir şey göremiyorum, bana mı öyle geliyor? Gözlerimden mi yara aldım ben?’ diye sordum. Malkarbiy gülerek ‘Göğsümden ağır yaralandığımı, gözlerimin sağlam olduğunu; savaşta çok kan kaybettiğim için böyle olduğumu, çok yakında düzeleceğimi’ söyledi. Yavaş yavaş odadaki insanları seçmeye başladım. Biraz sonra o ela gözleri, güneşe benzeyen bir yüzde gördüm. Sonra bu yüzdeki iki yay kaşı, masum ve süzgün bakışları, inci gibi dizilmiş dişleri fark ettim. Eşsiz bir güzellik başımı döndürmeye başlamıştı. Göğsümdeki yaralarım da çok acı veriyordu; vücudumun ateşler içinde yandığını, yaralarımdan kan sızdığını hissediyordum. Birden gözlerim karardı, o güzel yüz bir anda yok oldu, hiçbir şey göremez oldum.

      Sonrasında, ‘Malkarbiy! Güneş yüzlü kız, bir anda göklere uçup gitti, ne olur getirin onu! O gelmez ise ben iyileşemem! O gelmez ise beni Karakoban Nehri’ne atın!’ diye bağırmış ve kendimden geçmişim. Bir hayli zaman sonra tekrar kendime geldiğimde güneş yüzlü kız yine karşımdaydı. Hemen ayağa kalkmak için çırpındıysam da yapamadım. Demek ki Malkarbiy’in dediği gibi çok kan kaybetmiştim, vücudumda derman kalmamıştı. Malkarbiy, ‘Culduz benim yeminli kızkardeşimdir. Biliyorsun bir erkek, akrabası olmayan bir kızı kardeş ilan ederse, ömür boyu kız kardeşi gibi görürse artık onun bir yeminli kızkardeşi vardır. Yeminli kızkardeşe biz antlı egeç19 deriz. Culduz, El’imizin en güzel kızıdır. Sana geçmiş olsun demek için geldi!’ diye kızı tanıttı. Malkarbiy o an, bana iyilik ediyordu kendince, oysa bir ömür sürecek büyük bir yangının içine atıyordu beni. Fakat ne bilsin ki Culduz ile benim daha bu acunda iken Tamu’yu yaşayacağımızı…

      Culduz’u Çegembay Eli’nde böyle tanıdım. O günden sonra güneş yüzlü o kızdan başka hiçbir şey düşünemez oldum. Geceleri gökyüzüne baktığımda yıldızların arasında Culduz’un yüzünü görmeye başlamıştım. Bu benim savaşta yaralanmamdan, sayrılı20 olmamdan dolayı gördüğüm bir sayıklama ya da rüya olup olmadığını bilemiyorum. Yaralarımı tedavi etmek için ak saçlı, ak sakallı bir kam çağırmışlardı. O bana; ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ diye sormuştu da, şaşırıp kalmıştım. Acaba ben kendi kendime konuşuyordum da, onu mu duymuştu diye şüpheye kapılmıştım bir an. Bana birden böyle sorunca gizleyemeyip utana sıkıla; ‘Culduz’un yüzünü yıldızların arasında gördüğümü, bana acı acı gülümsediğini’ söylemiştim. O an, Ak Sakallı Elkırgan Kam’ın yüzü gerilmiş, derin bir düşünceye dalmıştı. Başka hiçbir şey sormadan da çıkıp gitmişti. Kam, birkaç gün sonra yine gelmişti, yüzünde yorgunluk ve keder vardı. Oda kalabalık olduğu için Yaşlı kam, Malkarbiy’e bizi yalnız bırakmalarını söyledi. Kamın neler söyleyeceğini merak ediyordum. Odada ikimiz kalınca Elkırgan’ın yüzü daha da kederlenerek, ‘Yiğit Börükaya! Şimdi anlatacaklarım seni üzecektir, lakin ben sana bunları anlatmalıyım!’ dedi. Anlatacaklarını merak etmeme rağmen, nasıl böyle konuştum bilmiyorum, ona şunları söylemiştim: ‘Bana göre kamlar insanları sağlığına kavuşturmak için çalışmalılar, oysa sen benim üzüleceğimi söylüyorsun! Görüyorsun ki ben büyük bir savaştan yaralı olarak kurtulmuşum. Geleceğe dair bilgiler verdiğinizi söylediler ama ben bu bilinmeyen gelecekten, anlatacaklarınızdan pek anlamam ve bunlara göre de yaşayamam. Geleceği Göktanrı’dan başka bilen de yoktur değil mi?’ Bu sözlerim üzerine Elkırgan sessizce yanımdan ayrıldı. Doğrusu ona böyle davrandığıma üzüldüm. Ben nedense, bu yaşıma kadar kamların her söylediğine inanmadım. Daha doğrusu gelecekten haber vermeleri bana gülünç geliyordu. Geleceği Göktanrı’dan başka kim bilebilir ki? Tedavi yöntemlerini