Mehmet Özer Kazancı

Kadife Yapraklar


Скачать книгу

denenmesi ile ilgi herhangi bir öneriye veya bir düşünceye yer verilmemektedir. Oysa “Yeni Lisan”da bu gibi düşüncelere açık ve net olarak değinilmekte, birer birer açıklanmaktadır.

      3- Yazılarda, “Yeni Lisan”da görüldüğünün tersine, milli edebiyat anlayışına vurgu yapılmamaktadır. Yalnız dilde sadeleşme konusu öne çıkarılmaktadır.

      4- Yazılarda “Yeni Lisan”a işaret edilmediği gibi -özel incelememize göre- azından “Yeni Lisan”ın ilk yazısından (birinci makalesinden) herhangi bir cümle alıntısı yapılmadığı gibi, cümle benzerliği de bulunmamaktadır.

      Genç Kalemler Kasım 1912 yılında, yukarıda belirttiğimiz sebepten dolayı yayın hayatına son verince, derginin yazar kadrosunun önemli bir kısmı İstanbul’a geçerek “Türk Yurdu” dergisi yoluyla, Selanik’te başlattıkları, dilde sadeleştirme hareketini savunan yazılarıyla birlikte, edebiyatın değişik dallarında kolay anlaşılır bir dille verdikleri örneklerle de emeklerini sürdürmüşlerdir. Ve bu emeklerin barına, devlet genelinde, otuzlu yıllardan başlayan “Dil Devrimi- Harf Devrimi” “ ile varmışlardır. O tarihlerde dil konusu devlet politikası haline gelmiştir. Yeni harfler kabul edilmiş, Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Dil, günden güne sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi yanında engin araştırmalara, derin incelenmelere konu olmuştur. Divan edebiyatında kullanılan dil artık tarihe kavuşmuştur.

      Oysa bizim yörede bu sonucu varmak için bir süre daha beklememiz gerekmiştir. Osmanlı döneminde çıkarılan gazete ve dergilerimizde kullanılan dil neyse18, İngiliz işgalinden tutun otuzlu yılların başına kadar (Türkiye’de herif ve dil devrimlerinin başarıyla sonuçlandığı tarihe kadar) çıkarılan basın organlarımızda, aşağı yukarı aynı ritim ile devam etmiştir. Bu tarihten sora milli bilince sahip kimi yazar, şair ve gazetecilerimiz19, dilde sadeleşme konusuna özenle bakmaya başlamışlardır. Konuyu milli bir görev olarak algılamış üstlenmişlerdir. Basın organlarımızda kullanılan dilin şekli, günden güne değişmiştir. Ancak Cumhuriyet dönemine girince, gerçek yönünü bulmuştur. Bu işin öncülüğünü rahmetli hocamız Ata Terzibaşı20 Beşir gazetesiyle bilinçli bir şekilde başlatmış21 ve destek veren edebiyatçılarımızın katkısıyla artık dili saf ve sade olarak kullanmanın yolu sonuna kadar açılmıştır.

      Kaynakça:

      1- Adsız (1996) İslam Ansiklopedisi. Cilt 14, Genç Kalemler maddesi, sayfa 21-23. Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.

      2- Ahmet Bozdoğan (2007) Birinci Yeni Lisan Makalesini Milli Edebiyat Akımının Bildirgesi Olarak Okumak. C. Ü. İlahiyat Fakültesi dergisi. X1/2, sayfa 251- 266.

      3- Ata Terzibaşı (2005) Kerkük Matbuat Tarihi. Kerkük Vakfı, yayın nu: 14. İstanbul.

      4- Ata Terzibaşı (2013) Kerkük Şairleri. Kitap 2, Ötüken, yayın nu: 1021, İstanbul.

      5- Maarif Dergisi Koleksiyonu, 11 sayı. (11 Nisan 1329 – 7 Teşrinisani 1329)

      6- Mehmet Ömer Kazancı (2011) Yeni Irak gazetesi, Türkmen Kardeşlik Ocağı, yayın nu: 24. Kerkük

      7- Mehmet Ömer Kazancı (2019) Hışırtılar. TEBA yayın nu:2. Kerkük.

      8- Nazım H. Polat (2020) Yeni Lisan’da Divan Edebiyatı Eleştirisi. Türk Dili. Yıl 69, sayı 821, sayfa 18- 29.

      9- Önder Saatçi ((2020) Irak Türkmenleri İçin. Kerkük Vakfı, yayın nu:87. İstanbul.

      10- Selahattin Sakı Vali ve Mehmet Hurşit Dakuklu (1980) Basın Tarihi. Kültür Bakanlığı, yayın nu:32. Bağdat.

      11- Suphi Saatçi (1997) Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatı Antolojisi. Cilt 6, Azerbaycan- Irak (Kerkük) Türk Edebiyatı. Kültür Bakanlığı. Ankara.

      Lisana Dair

      –1-

      Geçenlerde bildiklerimden biri, kendi ana-baba lisanına, lisan-ı mâderine vakıf olmadan, az çok konuşma yolunu bilmeden, iki satırı doğru yazıp okumadan, bir edâ-yı tahassür ve temenni ile: “ah Fransızca öğrenseydim” diyordu.

      Yalan söylemeye mecbur değilim, titredim, kızdım ve acıdım. Fakat kabahat kendisinde mi idi? Eğer cehalet bulutları kafasını doldurmasıydı, gözlerini kapamasıydı, kendi dilini öğrenmeden böyle bir söz kaçırır mıydı?

      Eğer muhiti, mürebbisi, arkadaşları, hatasız bir üslup ile bir üslub-î müzeyyen ve tabii ile tekellüm etselerdi, çocuk böyle yanlış, renksiz, cansız konuşur muydu?

      Şunu meyus, müte’ellim itiraf edeceğim ki, bu muhitteki lisanımızda ahenk, şiddet, melahât, nezaket göremezsiniz. Hatta memleketimizin malûmatlı, ‘âli tabakasını teşkil eden adamlarımızın mahdut bir kısmı müstesna tutulursa, o bir kısmının lisanı, kavaide, kavâid-i hitabede taban tabana zıttır. Hele mükâlemelerimizde “mi” istifhamını kullanmak külfetinde bulunmuyoruz. Çünkü lisana muhabbetimiz yok, çünkü her türlü amal ve irfan lisan ile başladığını bilmiyoruz. Çünkü lisanı sevmek, milleti muhafaza etmek olduğunu anlamıyoruz veyahut anlamak istemiyoruz.

      Bugünkü lisanımızın ne kadar beliğ, râ’ksan, müessir bir lisan bulunduğunu bilseydik, as el- esas irfan lisan olduğunu idrak etseydik, hiç şüphesiz, lisan hakkındaki ihmalin, adem -i vukufun bu derecesine varmayacaktık.

      İlk insanların lisanlarını anlamak için, nazarlarımızı tarih-i beşeriyete çevirirsek, göreceksiniz ki, lisanları mahdut idi. Hem de pek mahdut. O derecede ki, yalnız ihtiyacat-ı mübremeyi anlatan hemen hemen birkaç yüz kelime kadar.. Tabiidir ki, insanlar daima teali etmek, terakki etmek, tekâmül etmek ihtiyacındadır. Gün be gün malumat edindiler, fikirlerini çoğalttılar, işte bu fikirleri ifade için, tabiat insanları bir takım yeni yeni kelimeler icat etmeye, ibda’ etmeye sevk etmiştir. Nihayet bugünkü lisanın dereceyi şümulü ve si’eti bu noktaya i’lâ edilmiş.

      Lisanımız zan olunduğu kadar güç olmadığı gibi, pek de kolay değildir. Türkçeden başka bir de Arapça da, Farsça da pek vasi’ değilse bile, az, fakat temelli malumat ister, vukuf ister. Bu iki lisandan birdenbire habersiz, malumat-sız olanlar, Arabî ve Farisi kelimelerinin hadsiz, hesapsız manalarını bilmezler. Bilmeyince mevki’-i istimallerini tayin edemezler. Daima hatalara, hata girdaplarına yuvarlanmak tehlikelerinden kendilerini alamazlar. Almayınca, hatalara düşünce, o sözlerde, o yazılarda ne sanat kalır, ne de tabiat ve meziyet…

      Daha geçen asrın evâilinde lisanımız pek bulutlu, boğuk, müphem ve muğlâktı. Mahdut bir kısım sınıfa, yalnız havasa münhasırdı. Akif Paşalar, Ethem Pertev Paşalar gibi pereset-şikâr edep ve irfan olanlar garba giriştiler, onların tarz-ı tefekkürlerini, tarz-ı tahrirlerini, tarz-ı tekellümlerini tetkik ettiler, okudular, dinlediler, anladılar, kolaylığa, sadeliğe, tabi’iliğe, inceliğe sevdanın metin rabıtalarıyla merbut oldular. Artık hep bu suretle de düşündüler, düşündüklerini bu suretle yazdılar, yazılarıyla hep bunu ta’mime, talime çalıştılar.

      Büyük Akif Paşa, Ethem Pertev Paşanın hâlet-i ruhiyyesini, kitaplarını tahlil ve teşrih eden “Tepsıra”sıyla lisanın ne kadar nezih ve tabii olduğunu bütün meftun-ı teceddüde okuttu ve sevdirdi. Daha sonra türeyen Şinasi’lerin, Ziya Paşa’ların, Kemal Bey’lerin garbı taklit ederek ve ilk defa olarak, makale tarzındaki yazılarıyla, uzun uzun mektuplarıyla, musahabeleriyle yeniliğe daha ziyade kudret, selaset bahş eylediler. Bununla beraber hava-yı teceddü vadi-yi edebiyatın bütün boşluklarını tamamıyla dolduramamıştı. Yine pek renksiz, yine cansız ve hareketsizdi. Evza’ ve etvarımıza hakkıyla tercüman olamıyordu.

      (Fethi Safvet: