Sultan Ahmet’te 17 Ramazan 1330 yazılmıştır ve “ramazan tuhaflıklarından, küçük hikâye” diye bir not ile yayınlanmıştır. Neceme, Kerkük, İleri, Afak gazetelerinde de yer yer hikâyeler yayımlanmıştır. Bunların bir kısmını, araştırıcıların çalışmalarını kolaylaştırmak için aşağıya alıyor ve estetik değerlerini olanlara bırakıyoruz.
DİŞÇİ
Bir ramazan akşamı saat bire doğru Ahmet Efendi kalemden çıkmış, bir elinde simit, diğer elinde bir mendil olduğu halde Divan yolundan hanesine gidiyordu. Yolda gider ikin bir berberin kendisini çağırdığını işitip, berberin dükkânının kapısına kadar gider. Berber bunu görünce:
– Vay bey efendi, siz sözünüzde böyle mi sebat edersiniz…
Ahmet Efendi neye uğradığını bilmeyip:
– Yahu ne demek istiyorsun, anlayamadım.
Berber:
– Tabii anlamazsın. Çünkü işinize gelmez.
Ahmet Efendi:
– Rica ederim ne istiyorsunuz. Çabuk şöyle. Zira evim Aksay’da bana topu yolda attırırsın
Berber:
– Hakkımı istiyorum:
– Ne hakkı istiyorsunuz. Ben senden bir şey almadım ve sizi tanımıyorum.
– Sen değil misin geçen akşam elin yüzün sarılı olduğu halde bana gelip yalvararak dişini çıkartın. Bir mecidiye pazarlık etmiştik, on kuruş verip, geri kalan yarım mecidiyeyi yarın veririm sen değil miydim?
Bu esnada bir az kalabalık olur. Birkaç dakika sonra bir polis gelir. Ahmet Efendi:
– Yahu birader yanlışın var. Söylediğin zat ben değilim.
– A … bir de inkar ediyorsun. Polise:
– Polis efendi bu adam geçen akşam dükkânıma gelip dişini çektirdi. Bir mecidiyeye pazarlık etmiştik. Üzerinde on kuruş çıktı. O parayı verdikten sonra yalvararak, yarın akşam geri kalan on kuruşu vereceğim dedi. Ben de pekâlâ dedim. Bu bırakıp gitti. Aradan üç gün geçtiği halde gelip paramı veremedi.
Polis Ahmet Efendiye:
– Berberin söyledikleri doğru mu?.... Ahmet Efendi:
– Efendim yanlış var. Ben bu sene mi geldim. Hiç diş çektirdiğimi bilmiyorum. Yoksa rüya mı görüyor… Berber:
– Bilakis sen rüya görüyorsun.
Ahmet Efendi polise:
– Polis efendi dişlerimi muayene edebilirsiniz…
Berber:
– Belki bu üç gün zarfında bir ekerti diş taktırmıştır.
Seyirciler bu macerayı dinler iken, cami’nden bir zat çıkıp Ahmet Efendini dişini muayene eder.
– Hiçbir diş noksan değildir…
Berber:
– Sen dişçilikten ne anlarsın. Otuz senelik sanatımla beni yalancı mı çıkarmak istiyorsunuz. Size söylüyorum, ekerti diş takmıştır… Seyirci:
– Sen otuz senelik bir cahil dişçi isen, ben de Fransa Darülfünun’undan neşet etmiş bir dişçiyim.
Berber:
– Senin dişçi olduğun neden malum?
Seyirci, cebinden bir kart çıkarıp:
– Buyurunuz hazık dişçi efendi hazretleri, şimdi anladınız mı benim de bir dişçi olduğumu?
– Evet anladım. Fakat ben bu adamın dişini çektim, pekâlâ biliyorum… Ahmet Efendi
– Efendi bir yanlışın var.
Polis berbere:
– Anlaşıldı, sen bu akşam sapınmışsın… Ahmet Efendiye:
– Birader mahalli ikametiniz?
– Aksaray
Polis berbere:
– Bu adamı bi-gayri-hakkin yolundan alıkoyduğun için on kuruş ver de arabaya bindirelim. Rahatça evine gitsin. Gözünü dört aç, böyle yanlışlık yapma… Berber:
– Ne iyi muamele, alacaklı olduğum halde borçlu çıktım.
– Kabahat sende. Haydı çabuk ol, topa beş on dakika var.
Polis yoldan geçen bir arabayı durdurup Ahmet Efendiye…
– Buyurunuz bey birader bininiz… Ahmet Efendi:
– Lakin efendim…
Polis:
– Canım sizin nenize lazım… Berbere dönerek, daha parayı hazırlamadın mı?
Berber zorla on kuruş verir. Ahmet Efendi evine giderken yolda top atılır. Vay berberdeki hiddet vay…”
(İstanbul Sultan Ahmet)
GÖZLÜK
Köylünün biri bazı kimselerin okuyup yazdıkları zaman gözlerine gözlük taktıklarına dikkat ederek, her şey bununla okunur zannıyla kendisi de bir gözlük tedarik etmek arzusuna dişer.
Bir gün şehre gelir, doğruca bir gözlükçü dükkânına giderek, bir gözlük ister. Gözlükçü buna gözlüklerin birkaç türlüsünü çıkarır. Köylü bunlardan birini gözüne takarak, tecrübe için bir kitaba bakar ve okumaya çalışır. Fakat muvaffak olamaz.
Gözlükçüye:
– Bunlar iyi değil, der
Sırasıyla diğerlerini tecrübe eder. Fakat her taktığı gözlük için ayni sözü söyler. Nihayet gözlükçünün sabri tükenir ve köylüye der ki:
– Siz okuma biliyorsunuz.
Köylü cevaben:
– Eğer okuma bilmiş olsa idim, sizin gözlüklerinize ihtiyacım olur muydu?
BİR LEVHAYI İSTİĞRAK AVÂR
Bir Cuma günüydü. Ben ve iki refikim bir haftalık meşguliyetin ber-taap33 aludunu34 tahfif maksadıyla tenezzühe35 çıktıktı. İnsan ahval-i ruhiyyesinde pek vazıh bir inşirah ibda› eden kır âleminin kalbimize ibda› ettiği te›sirat altında hâlâ munis bir lerzeyi36 tarap37 hissediyor gibiyim. Bulunduğumuz mevki nehre abanmış bir şahikanın sebzpuş38 tepesiydi. İlkbaharın nefehât-i ruh-navâzanesini39 ihsas eden hafif bir rüzgâr mevki’in yüksekliğinden natiç bir çalaki40 ile vücudumuzu okşuyordu. Güneş eş’a-î sühniyesini arza isale etmekte olduğundan hayvanlarımızın vücudundan müteşekkil hailin saldığı gölgeye sığınmak gibi bir hal-i garibe düşmüştük. Zir41 payımızda bulunan şahika bila-ufuk meriyenin tevsiine hadım olmaktan ziyade yed-i kudretin türs-kâinata42 nakşedildiği