Kızıl Enik Kudajı

Issız Köşe


Скачать книгу

rel="nofollow" href="#n29" type="note">29, kızağı Ulug-Hem’in dalgalarındaki bir kayık gibi yürütüyordu. İhtiyar, yol iyice engebeli bir hal almaya başlayınca sessizleşti ama Ren geyiklerini biraz olsun bile yavaşlatmadı. Geyiklerin tabanlarının altından yuvarlak yuvarlak donmuş karlar, etrafa saçılıyordu.

      Kızakçının yanında her yerini köpek postundan yapılmış bir kürkle örtmüş biri daha vardı. Adam, gözlerini hiç kırpmadan tek bir yere odaklanmıştı. Sınırda birlikte askerlik yaptığı dostunun nasihatini aklından çıkaramıyordu:

      – Üzülme Eres. Hayat denen şey doğaldır, nihayeti olmayan bir şey yok!

      Kürklü adam ne yolun engebeli oluşuyla ne Ren geyiklerinin süratiyle ne de ihtiyar Çukçi’nin kımıldamadan duruşuyla ilgileniyordu. O şimdi derin düşüncelere dalmıştı:

      Eres’in ailesi, her zaman yoksul bir aile olmuştu. Babasının sadece tek bir tane kara, hantal atı vardı ama ne kışın ne de yazın atını kamçılardı. İhtiyar Oyun Herel’in hayvanlarını böyle koruması, Şivilig halkına ilginç gelirdi. Hiç kimse ihtiyarın atının bir kez bile zayıf düştüğünü görmemişti. İnsanlar bu at için “Daha taylığından semiz bir hayvandı” derdi. Dışarıdan bakılınca sanki hiç işe koşulmamış gibi gelebilirdi ama işin aslı öyle değildi. Soylu bir attı. Henüz bir yaşındayken, Herel onu MAE’ye, sonrasında da MÇAE’ye30 vermişti. En sonunda, dişleri yıpranan ve iyice yaşlanan atını kolhoza bırakmıştı.

      Hereller Şivilig’e göçüp geldiklerinden itibaren her zaman iki çadır halinde yaşamışlardı. Komşu hanenin sahibi İrbijey’di. İrbijey, Herel’e göre oldukça zengin biriydi. Ailesi geniş, hayvanları çoktu. İrbijeyler oldukça yiğit insanlardı… Evin beyi Rusça bilir, arada bir Moğolca da konuşurdu. İrbijeyler, üstelik Herellerin akrabası değildi; son zamanlarda, Herel Şivilig’e göçüp geldikten sonra yakınlaşmışlardı. Daha önce sadece birbirlerini tanıyorlardı. Eres, bunları annesinin anlattıklarından biliyordu. İrbijeylerin kızlarını yetişkindi, bazıları da evlenip gitmişlerdi… Yıllar geçtikçe, İrbijeylerinin evi boşalmaya başlamıştı.

      Eres, İrbijey’in kızları evlenip gittikçe “Kız çocuklarının faydası yok31, çekip gidiyorlar” dediğini kim bilir kaç defa duymuştu.

      İrbijey’in hanımı da “İnsanın evladı olsa ne olur, sana faydası yok, işte böyle zamanlar yaşıyoruz” derdi. İrbijey bir keresinde en küçük çocuğunu şefkatle severken “Gidenler gidiyor işte ama babasının yurdunu bırakmayacak oğlum da yok değil” demişti.

      İrbijeylerin biricik oğlu Lapçar’dı. Eres’ten neredeyse iki yaş büyüktü. Onlar hep birlikte büyümüştü. Birlikte koyun gütmüşler, balık avlamışlar, her şeyi birlikte yapmışlardı. Hatta aralarındaki yaş farkına rağmen okula birlikte başlamışlardı. Karı koca İrbijeyler “Tek oğlumuz, biricik oğlumuz” derken çocuklarını iki yıl okula geç yazdırmışlardı.

      İrbijey’in özü sözü birdi; “alırım” derse alır, “veririm” derse verirdi. Bu yüzden Herel, ona çok saygı duyardı. Zengin İrbijey, Herelleri kendisine dost olarak seçmişti. Bu yüzden kimileri Hereller hakkında, “ağaların uşağı” olmuş diye konuşup duruyordu. Aslında İrbijey, “öyle ağalardan” sayılmazdı. Her zaman kendi malı hakkında insanlara “Bunlar halkın malıdır” derdi. “Halkın malı olsaydı, halkta dururdu, sende değil” dediklerindeyse “Eğer halk hepsini isterse hepsini veririm” diye karşılık verirdi.

      İrbijey gerçekten de dediğini yapmıştı. Tuva’da kolektifleşme32 başladığında, bazıları hayvanlarını israf etmiş, çocuklarını küçük yaşta evlenmiş göstererek onlara çeyiz olarak vermişti ama İrbijey hayvanlarını kolhoza eksiksiz teslim etmiş, kendisi de orada çobanlık yapmaya başlamıştı.

      Eres’in kendisi de İrbijey’i çok severdi. Bu yüzden o kalabalık ailenin reisi, Eres için yakın bir akraba gibiydi.

      Bir gün okulda ilginç bir olay olmuştu. Lapçar ne de olsa Eres’ten yaşça büyüktü ve bir gün Eres’i okuldan kaçmak için ikna etmeye çalışmıştı. Eres de bunu öğretmenine söylemiş, Lapçar da öfkelenerek ona “Yerde yatan yabani şey seni” diye bağırmıştı33. Eres gece Şivilig’e dönmüş, döner dönmez de bu durumu anne babasına anlatmıştı. Kalbi kırılan Herel, bir çırpıda İrbijeylere gitmişti. Durumu öğrenen İrbijey, çadırın kapısında atına eyer bile vurmadan binmiş, dört nala bölge merkezine gitmiş ve biricik oğlu Lapçar’ı bütün öğrencilerin önünde kamçısıyla dövmüştü. Lapçar’ın sırtında oğlak . derisi elbisesi olmasa ne olurdu kim bilir. Sonraki gün İrbijey’e bir elçiyle köy mahkemesinden celp gelmişti. Mahkeme başkanı, İrbijey’e reşit olmayan birine el kaldırmak suçundan muhtarlık çadırında yakılmak üzere yedi gün ağaç kesme cezası vermişti. İrbijey evine döndüğünde ağzını bıçak açmıyordu. Herel, ona yardım etmek istediyse de İrbijey’i bir türlü ikna edemedi. İrbijey, köy evinin etrafındaki ağaçlardan bir yığın yaptı, uzaktan bakıldığında söğüt dalında bir saksağan yuvasına benziyordu. Eres’le Lapçar bir daha senli benli olup birbirleriyle görüşmediler.

      Yedinci sınıfı bitiren Lapçar, o zaman yeni kurulan kolhoza gidip çalışmaya başladı. Eres Kızıl’a gidip köy ekonomisi teknik okuluna girdi. Ziraat mühendisi olmak istiyordu. Okulu devam ederken Lapçar’ın askere çağrıldığı haberini almıştı. İki yıl sonra, teknik okulun son sınıfındayken Eres’in de askerlik çağı geldi. O yıl annesi babası yaşlı diye askerliğini tecil edip askere gitmedi. Teknik okulu bitirip kolhozda yeni çalışmaya başlamıştı ki, annesi vefat etti. Babası ona o zaman şöyle demişti:

      Bir erkek için ilk şeref vatanını korumak, ikinci şeref ise ailesinin adını lekelememektir. Bu ihtiyar babanı bırak, düşünme. Halkım yorgan, insanlarım gömlek, bana bir şey olmaz. Vatanımız için erkeklik görevini yerine getirip gel, oğlum. Halkıma yük olmadım, insanlarımı sıkıntıya sokmadım. Babanı utandırma. Babanın sözünü unutma oğlum!

      Evlenmek istese, tanıdığı kendisinden yaşça büyük kızlar da vardı. Bununla birlikte Eres, “Yapılacak iş zamanında yapılmalı, yenecek et yağlı olmalı” diye düşünerek o sonbaharda askere katıldı.

      Nişanlısı onu bekleyecekti.

      Eres Herel, askerlik için Çukotka’ya gelmişti. Burası hakkındaki bildikleri sadece duyduklarından ibaretti. Eskiden okulda coğrafya öğretmeninin anlattıklarını hatırladı: Alaska ile Çukotka arasındaki geçidi atlı kızağı olan biri bir günde geçebilirdi. Aslında öğrencilik zamanlarında bir romancının “Çukotka” adlı hikayesini de okumuştu.

      Karakoldan çıkıp yolun zorlu kısımlarını geçip yol açıklığına geldiklerinde, ihtiyar Çukçi’nin sesi duyuldu:

      – Tuva’da da Ren geyiği var mı demiştiniz?34

      – Evet var, ama onlara kızak koşulmaz, sadece binilir.

      – Kızağa alıştırılsalar iyi olur. Kara yolculuklarında kızak çok uygun bir araçtır. Bizler böyle düşünüyoruz.

      – Böyle orman olmayan, açıklık yerler daha da uygun olur. Bizim oralarda gündüz vakti bile zifiri karanlık olan derin ormanlar var. Oralarda kızak insanın aklına gelmez bile.

      İhtiyar sessizce bunu doğru bulduğunu belli etti. Ren geyikleri iyice hızlandı.

      İhtiyar, “Sizin