ilk defa tanık olmuştu. Ancak hayat hiç de o kadar kolay değildi. İnsanın insana zulmü denen o kötü gelenek artık bitse de özgürlük dedikleri güzellik çoğalsa da hayatın lezzetlerini henüz tatmamıştı. İnsanın mutluluğu dedikleri şey tek bir at, bir tanecik inek, on kadar koyun ve keçi kadar mıydı? Tuva’da Devrim yayıldığından beri on yıl geçmişti, ancak hala varlıklı insanlarla kardeşçe, birlik beraberlik içinde yaşamak mümkün müydü? Öyle insanların evine yaklaşmak bile engellenir, bir hakaret olarak kabul edilirdi!
Neden sonra aklına yakın zamanlarda gerçekleşen bir olay geldi:
Agılıg vadisinde ağılın kadınları içki içmeye gelmişlerdi. O zaman eşi “Benim sağmal hayvanım yok, hoytpak15 bende ne arar?” deyince, içkiciler atlarına binip uzaklaşırken onlara bir koşma16 söylemişlerdi:
Bir parça pipo tütününü,
Şifalı ot diye mi verdin?
Bir fincan içkini,
Kaynak suyu deyip mi verdin?
Bu aslında o kadar da alınılacak bir türkü değildi. Ancak sonradan söyledikleri gerçekten inciticiydi:
Çukurluk, ovalık yerde otlayan
Boz atın mı var, sarı ala atın mı var? 17
Oğlanların kızların oyunlarını oynayan
Oğlun mu var, kızın mı var?
Anne babası bu halde, böyle yoksulken çocuğun durumu nasıl olacaktı? Bu yüzden köy muhtarı Kırgıs Alday-ool’un “MAE, ÇAE’ye18 girip halk için çalışmak iyidir” fikri galiba doğruydu.
O böyle yatıp düşünürken bebek uyanıp ağlamaya başladı. Hemen kalkıp süt ılıttı. Eşini de uyandırmadı, bebeği kendisi besledi.
Şimdi onun aklı şuncacık küçük çocuğa takılmıştı:
Dün aşağıdaki ağıllara vardığında bir evin bebeğinin hastalandığını, hastalığı iyileştirsin diye şaman çağrıldığını duymuştu. Girdiği çadırda kafası kabak bir ihtiyar kadının söylediklerini hatırladı:
– Bu çocukların başına felaket gelmiş. Adamın karısı arka arkaya üç kere doğum yaptı; ilk çocukları olan ikizler hemen öldü. Şimdi yeni doğan bebeği de hastalandı. Bu zamanda doktor denen insanların da iyileştirebileceği bir hastalık değil bu. Daha et, kan tutmamış küçük çocuğa çuvaldız gibi sivri demir sokmanın ne faydası var; bırakın küçük çocuğu, yetişkinlere bile ilaç zerk etmek hayırlı bir iş olmaz. Eski zamanlar olsa, güçlü şamanlar ayin yaparak bu çocukları kurtarırdı. Eskiden, benim küçüklüğümde bizim komşu ağılımızda yeni evlenen kızların çocukları öldü. Bir şaman davet edildi, vura vura ölen bebeği sarsıp yiyeceklerle birlikte dağ geçidine19 götürüp bıraktı. Sonradan bir de bakıyorlar ki, birisi bırakılan heybedeki içkiyi içmiş, yiyecekleri bitirmiş ve ölmüş. Böylece çocuklarının hastalığı başka kişilere geçer, çocuklar ölmez.
Adam bu düşünceler yüzünden uyuyamadı. Ateşi canlandırırken etrafına korku ve şüpheyle bakıp durdu:
– Kötü inanışlar bunlar, bu zamanda böyle şey kaldı mı? Bunlar Sarı Dinin20 kör propagandası! Hala bazı şarlatan lama ve şamanlar okuma yazma bilmez insanları böyle kandırıyorlar. Onların kökünün kurumasına az kaldı. Bu zavallı bebeği bu soğukta yol kenarına bırakan kötü insanlara yazıklar olsun! O kel kadın da önce kendi kelliğine çare bulsun!
Adam bu düşüncelerle uykuya daldı. Sabah erkenden uyanıp atını yemledi, sonra ateş yaktı, çay kaynattı. Eşi uyanır gibi oldu. Adam “Daha uyu, uyu. İyice dinlen!” dedi.
Oyalanmadan içinde sadece birkaç koyun olan ahırına gitti. Eşiyle birlikte uzun yıllardır birlikteydi ama ona danışmadan, onun rızası olmadan hiçbir hayvana asla el sürmemişti. Ancak bugün farklı düşünüyordu. Bir kere eşi “yeni doğum yapmıştı”, kuvvetlenmesi gerekti; ona taze et, koyun çorbası lazımdı. Bu dünyaya çocuk getirmek, bir oyun değildi; evvela doğum toyu21 yapılması gerekliydi, bu gelenek öyle her insanın gücünün yeteceği bir şey değildi.
Bu sabah adamın bambaşka bir ruh hali vardı. Onlar her zaman yalnız yaşamışlardı. Bu alışkanlıkları yüzünden gürültülü, kalabalık yerlerden her daim uzak durmuşlardı. Atını kamçılamak zorunda olmasa ağılların köpekleri havlamaz; yatan koyunları ürkütmese kimseyle selamlaşmak mecburiyetinde kalmazdı. Ağıllardaki küçük çocuklar bile onun kırmızı yüzüne karşı “Bışkak-Çaak”22 derdi. İlginçtir, kimse onun gerçek adını söylemez, kimse ona “Herel” demezdi. Adam da bu durumun farkındaydı, ama neden ona adıyla seslenmediklerini kimseye sormayı akıl edememişti. Eğer bugün ağıllara kalkıp giderse bu durumun değişeceğinden emindi. Artık kimse ona lakap takmaz, küçük çocuklar da onu kendi oğlunun adıyla anar, “onun babası geldi” diye karşılarlardı. O artık gerçek bir insandı sanki, hayvancılıkla geçinen ve evlat sahibi biri… Ama…
İşte, işin bir ama’sı da vardı ve Herel çifti de bu ama’nın zorluğuna katlanmak zorundaydı.
Adam, anca kendi karınlarını doyurmaya yetecek kadar eti olan iki yaşındaki bir koyunu kesmeye başladı. Eşi uyurken hayvanın içini bizzat kendisi temizledi; kanını çöreme23 yapmak için ayrı bir kaba aldı.
Kan pişerken köpeğin havlaması duyuldu. Gelen, Agılıg’ın üst taraflarında yaşayan sağır ihtiyar Mıyıs-Kulak’tı. Oyun Herel onu çok iyi tanırdı: Esasen Mıyıs-Kulak oralı değildi. Kimilerine göre aslen Hemçikli, kimilerine göre ise Erzin-Tesliydi.
İşin aslı kimse onun nereli olduğunu bilmezdi; Oyun da onun memleketini hep merak etmiş olmasına rağmen bunu hiç araştırmamıştı. Mıyıs-Kulak’ın gerçek adı Monguş Kodanmay’dı. Monguşlar Tuva’nın bütün bölgelerinde, bütün köylerinde yaşar. Onun Agılıg’da görülmeye başlaması, Tuva’da devrimin yayılmasından hemen sonra olmuştu. Monguş Kodanmay aslında çok hasta, avare bir adamdı; üstelik kulağı da duymaz, insanlarla yavaş yavaş konuşmaya çalışırdı. Bu yüzden belindeki kuşakta inek boynuzundan yapılmış bir boru taşıyıp duru, insanlarla konuşurken bu boynuzu kulağına tutardı. Bundan dolayı halk ona “Mıyıs-Kulak”24 lakabını takmıştı. Agılıg’a geldikten sonra Mıyıs-Kulak epeyce iyileşmişti. Üstelik çok geçmeden Şırbaŋ-Kök’ün annesiyle de evlenmişti. O zamandan beri burada yaşıyordu. Sağır olmasına rağmen evinde boş boş oturmaz, meşe süpürgesi yapıp satar; gazete dergi okur ve meclisteki toplantıları dinelemeye giderdi. Bu yüzden halk ve oymakların yöneticileri onun bu “faalliğini” öve öve bitiremezdi.
Mıyıs-Kulak eşiği aşıp25 başıyla selam vererek ateşin yanına tek dizini altına olarak oturdu. Herel, tenceredeki eti ağaç saplı kanca ile döndürürken, gelen misafirine seslendi:
– Orası nemli. Mindere oturunuz!
Mıyıs-Kulak kuşağındaki boynuz boruyu sağ kulağına tutup Herel’e dönerek: “Ha, ne dediniz siz?” diye bağırdı. Herel eğildi, biraz daha yüksek sesle “Minderin üstüne oturun diyorum. Atınız da sağlıklıymış,