Kızıl Enik Kudajı

Issız Köşe


Скачать книгу

korkar, kaçar elbette!

      – Bu bir bebek! Bu soğukta bu bebeği buracıkta bırakıp gidecek miyim? Donup ölür! Annelik nedir bilmem ama benim kadın yüreğim buna müsaade etmez!

      Kadın geri döndü; bir erkek gibi oldukça çevik bir şekilde attan indi. Hiç düşünmeden, hiç korkmadan birkaç adımda karanlık çalılığın altında yatan eski püskü paltoyu çekti. Paltoyu açtığında küçük bir bebeğin elleri dışarı çıktı. Bebeğin bahardaki aksöğüt filizleri gibi incecik, demir gibi soğuk küçük parmakları kadının sıcacık alnına değiverdi ve ağlaması hemen kesildi. Kadın, çırılçıplak bebeği parçalanmış eski püskü paltonun içine iyice sardı, atına bindi. Az önce yavaş yavaş giden at mahmuzu yiyince, o an nedense yapması gerekenin farkına varmış gibi dört nala koşmaya başlamıştı.

      Kadın yolun nasıl geçip bittiğini anlamadı bile. Çok geçmeden Oruktug-Kejig’te orman açıklığının yakınlarındaki yegâne çadırın ışığı gözüküverdi.

      Rüzgâr iyice şiddetlenmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların başları hışırdamaya başlamıştı. Evin köpeği alışkanlığı olduğu üzere, uzaktan onları karşılamaya geldi.

      Kadın bu yoksul çadırın kapısını açıp içeri girdi. Keçi derisinden yapılmış kısa bir elbiseyi kuşanmış kocası, endişeden rengi uçmuş bir halde sıçrayarak şaşkın şaşkın sordu:

      – Ne oldu kadın! İçeri sarhoşun biri geldi sandım, bu nasıl girmek!

      Kadın “Çabuk atı al!” diye karşılık verdi.

      – Sarhoş musun?

      – Ne demek sarhoşsun! Çabuk atı al!

      Adam atı dizgininden tuttu, çifte atan atın göğsü şişiyor, çok hızlı nefes alıyordu. Kadın içeriden “Çabuk atını bağla, buraya gel!” diye seslendi.

      Adam atı direğe11 değil, dizgini kısarak çadırın kuşaklarına bağladı; aceleyle eve girdi. “Kadına bir haller olmuş” diye düşünüyordu.

      – Çabuk dedim!

      Karısı, ciddi bir sesle “Sandığın içindeki kuzu postunu al gel!” diye emretti. Kocası hala ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

      – İyi misin güzelim, ne oldu sana? Neden hiç durmadan ağlıyorsun?

      Kadın aceleyle elbisesinin düğmelerini çözdü, ateşin yanına gelerek “Üşüdün mü, şimdi neden sustun, neden ağlamıyorsun? Eve gelen insan biraz gevezelik eder, sohbet eder değil mi?” dedi.

      Koynundan kocasının gözleri önünde yeni doğmuş bir oğlak gibi kıpkırmızı, çırılçıplak bir bebek çıkarıverdi. Bebek ellerini yukarı kaldırdı, parmaklarını ağzına soktu ve ağlamaya başladı. Kocası dona kalmıştı.

      – Ah sen daha yeni mi uyandın?

      Kadın müşfik bir sesle “Isındın mı, uyudun mu?” derken kocasına dönüp “Kendine gel, bebek ağlarken bozkırın ortasındaki balbal gibi dikiliyorsun? Acele etsene!” diye söylendi.

      Kocası matarasını açarken “Gerçek mi bu, nerde buldun onu?” diye sordu. O esnada kadın küçük çocuğu okşayıp sallayarak konuşuyordu:

      “Ne demek çocuğu buldun, bu senin çocuğun! İnsan hiç atılır mı? Bebeğin küçücük bedenini sıkı sıkı kucakladı, “Aşağı ağıldan evlatlık aldım derim” diye konuşmaya devam etti:

      – Evlatlık da almadım12, kendi bebeğim o.

      Kocası yeni tabaklanmış bir kuzu postu getirdi.

      – O postu ateşte çabuk ısıt.

      Kocası, çıtırdaya çıtırdaya yanan ocağın yanında hemen ısınan kuzu postunu ateşin ışığında yere serdi. Kadın bebeği koynundan çok dikkatli bir şekilde çıkarıp posta sırt üstü yatırdı. Bebek önce küçük ayaklarını kaldırarak havada oynatmaya, sonra da ellerini ağzına götürerek parmaklarını emmeye başladı.

      Kadın telaşla “Gördün mü, bak acıkmış! Sütü ılıt!” dedi. Kocası da eşine babacan bir edayla “Çabuk sar, üşütmesin, söğüt dalı çabuk yanar.” diye yol gösterdi.

      Kadın o esnada sevgiyle neredeyse çığlık attı:

      – Oy canım benim! Büyüdüğünde tavşan avına çıkacaksın değil mi!

      Adam kendi evladı olmamasına rağmen bebeğe şefkatle ve ilgiyle baktı:

      – Ne ilginç, yattığı yerde tepinip duruyor, ne yiğit13 bir çocuk bu gördün mü hanım

      Karısı “Evet, yiğit bir çocuk” dedi, “Babası gibi!”.

      Bebeği iyice sarıp ısıttılar. Adam hızla ayağa kalktı, çadırın tavan kasnağında asılı duran kirli deriyi düşürüp onu hemencecik bir emziğe dönüştürdü.

      Ilık sütü iştahla emen küçük çocuk, çok geçmeden masum, huzurlu, sakin bir uykuya dalıverdi. Uykusunda ara ara kendi dudaklarını emdi, küçücük burnundan mırıltılı sesler çıkardı. Bebeğin bu halleri gören kadın sakinleşti, gülümsemeye başladı, susuzluğunu giderene kadar sarı çay içti.

      Piposunu keyifle tüttürürken ses çıkarmadan oturan adam karısına “Neden öyle gülümsüyorsun?” diye sordu.

      Kadın emziği maşayla tutarak iyice ısıttı, bakırı iyice gözükmeye başlamış eski çaydanlıktan çay alırken “Aklıma sen geldin. Sen de böylesin işte canım; başında böyle kara belalar olsa da yatıp horlaya horlaya uyursun! Böyle zamanlarda ben asla uyuyamam.” dedi.

      Adam dışarı çıkıp biricik atını direğe kementle bağladı, ahırını dikkatlice inceleyip geri döndü. Bu deli kadın kimin bebeğini alıp geldi? Gerçekten de bebek yerde mi yatıyordu? Yoksa bebeği çaldı mı? Yok, bırak çocuk çalmayı parmak kadar iplik, ökçe yapacak kadar deri parçası bile çalamazdı o.

      Bütün bu düşünceler ihtiyarın aklında demlenmiş çay tortusu gibi çalkalanıyordu. İşin ilginç tarafı, bebek ağlarken eşinin ağzından tek bir sızlanma bile duymamıştı.

      Şimdi bütün iş tamamlanmıştı. Bebek uyuyordu. Kadın başına gelenleri anlatmaya başladı.

      Gece var gücüyle esen rüzgârın şiddeti dinmiş, çadırın yanındaki uzun kavakların sesi kesilmişti. Akın akın geçen kara kara bulutlar dağılmış, güz göğünden uzaklara yollanmışlardı. Çadırın tavan penceresinin14 üstünde yıldızlar ışıldıyor; porselen tabaklar gibi yusyuvarlak ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyordu.

      Kadın gökteki aya bakarak “Güzün orta ayının ortası, ayın on beşi gelmiş gibi” dedi:

      – Eskiler böyle günde doğan çocuklar bahtlı olur, derlermiş. İhtiyarlar yanılmaz, her şeyin doğrusunu söylerler.

      Sözlerini tamamladı, bebeği koynuna alıp yattı uyudu. Kocası kışlık gocuğunu yüklükten alıp her zamankinden daha bir fazla koruma isteğiyle eşinin üstünü örttü.

      Adamın uyuyamadı. Ateşin karşısında oturdu, gece süt ılıtmak için ağaç yonga kesti. Yaptığı işten bilhassa keyif alıyordu, üstelik yonga keserken çıkan ses ona bir ninni gibi tatlı geliyordu. Elli yıllık ömrü boyunca hiçbir zaman böyle keyifli bir iş yapmamıştı. Hele bebek ağlayarak emmek için uyandığında, adamın gönlü tarife sığmaz bir neşeyle doluyordu. Bugüne kadar sadece