Kamer Alhanova

Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi


Скачать книгу

bir köşe bulur, yavaş yavaş votkasını içerdi. Şeppeli’nin bir şeyin aşırısına kaçtığını kimse görmemişti. Ama insanların dilinde bazı laflar dolaşıyordu. “Şeppeli’nin ölçü bardağı” , diye bir tabir oluşmuştu. İşte bu “ölçü bardağı”nı o, sadece hafta sonu, ya da Pazar günlerinde yemekhane kapanınca dolduruyordu. Bu arada Şeppeli ayağa kalktığında herkes önceden onun ne söyleyeceğini biliyodu: “Doktor Memme Oruçoğlu’nun şerefine içiyorum!” Bu, “Kim içmek istiyorsa buyursun!” demekti. Söylenilecek sözler de önceden belliydi: “Memme’nin canı sağolsun!” “Memme’nin şifalı elleri varolsun!”, “Memme’nin annesi Pericihan’ın şerefine!”, “Memme’nin nişanlısı profesör kızı Zemfira’nın şerefine!” En sonundaysa; “Memme’nin arkadaşı Şeppeli’nin şerefine!”

      Herkes içiyor, Şeppeli’yse, “ölçü bardağı” elinde, yorulmadan, usanmadan doktor Memme’den bahsediyordu.

      Muhasebecinin sohbeti her ne kadar vasat ve sıkıcı olsa da, “Köylü Hastanesi”ndeki genç ve zeki doktorun adı anıldı mı herkes mutlu olurdu. Memme; insanlık, iyilik sembolüydü. Mem-me; akıl, yetenek demekti. Son olarak Memme; büyük şehirlerden uzak, dağ çifliğinde, küçük bir odada oturup hesap yapan bir adamın umuduydu.

      Bir yaz sabahı bu dünyanın yıkıldıldığına dair haberler çıktı: Şeppeli’nin mektubu ile köylü hastanesine gitmiş muhasebeci Mursakulu çifliğe döndüğünde doktor Memme’nin hastaneden kovulduğunu haber verdi. Sebep? Rüşvet?! Dehşet! Duyanlar Memme’nin öz annesi Pericahan’ı değil Şeppeli’yi düşündüler: “Şeppeli bu derde dayanamaz!”

      Bu fikri Şeppeli’yi herkesten iyi tanıyan iş arkadaşı Mursakulu da onayladı. İnsanların arasında:

      “Şeppeli ölecek.” dedi.

      Mursakulu sessiz, sakin biriydi. İnsanların olduğu yerde, kalabalıkta, toplantılarda ondan çok güçlükle bilgi alırlardı. Bur-da ise Mursakulu, hem de böyle kesin fikir söylediğinde, herkes gerçekten Şeppeli’nin öleceğine inandı.

      Tek bir kişi Mursakulu’nun söylediğine itiraz etti:

      “Şeppeli’yi gömmek için bu kadar çabalamayın!”, dedi.

      Bu, Şeppeli’nin kendisiydi. Elinde bir kâğıt, gözlüğü alnında, üç adım ötede duruyordu.

      “Memme benim bildiğim Memme olmaktan çıktığı zaman ölürüm ben.”

      Yaklaşarak elindeki kağıdı Mursakulu’ya verdi.

      “İmzala! Bakü’ye gidiyorum. Eğer Memme dediğin Memme’yse, o zaman Şeppeli’nin bu dünyayla daha da işi olmaz. Bakü’den mezarımı kazın diye haber vereceğim. Gelip içine girerim, üzerimi örtersiniz, olur biter.

      Mursakulu kağıda imza attıktan sonra geri verdi.

      Herkes sessizce bakıyordu.

      Doktor Memme ile Şeppeli’nin dostluğunun nerede nasıl başladığını ve neden bu kadar güçlü bağlara dayandığını doğru dürüst bilen yoktu. Bir tek, Şeppeli’nin Memme’siz yaşayamayacağını biliyorlardı. Bu nedenle şimdi, onun böyle apar- topar gitmesini doğal sayıyorlardı.

      Şeppeli gözlüğü alnından indirdi, yıllarca belgelerdeki her şeyi yerinde ve zamanında teşhis ettiğinden, Mursakulu’nun yazdığı onayı oracıkta okudu: “Eylül ayının maaşı verilsin!”

      Şeppeli maaşı aldıktan sonra, ilk önce onun Bakü’ye hazırlıklı gitmesine her zaman yardım eden yemekhane müdürüne, sonra da Pericihan kadına uğradı.

      “Mursakulu’nun saçmaladığına bakma. Milletin içinde kendini kötü duruma sokma, Pericihan! Eğer Memme Mursakulu’nun anlattığı Memme olsa, o zaman ben adam değilim!” dedi ve hemen yola çıktı.

      Daha gençken, evlenme çağındayken felç olmuştu. O yüzden ona Şeppeli diyorlardı. Kendisinin de söylediği gibi, ağzı kulağına kadar giderdi. O zaman, Şeppeli’nin söylediği gibi, “kötü bir dönemdi”. Doktor falan pek bulunmuyordu.

      Kardeş saydığı Oruç onu komşu köye bir imamın yanına götürdü.

      Dışarıdan bakınca toprakla aynı renkte olan küçük çatıların arasında tek insan barınağı gibi görünen, balkonunun direkleri ve pencerelerinin çerçeveleri maviye boyanmış, duvarları ve tavanı sarı toprakla sıvanmış ev bugün bile Şeppeli’nin aklındaydı. Çünkü o eve tamtamına bir ay gidip gelmiş, bu evde cehennemi gözüyle görmüştü.

      Her sabah kapıda onu şişman, peçeli, suskun bir kadın karşılıyordu. Bu, imamın kız kardeşiydi. Oruç’la Şeppeli’yi karşılar, içeriye, üzerine yeni hâlı örtülmüş yere davet ederdi. Her birinin dirseğinin altına bir yastık koyarak kaynayan semaver, bembeyaz ekmek, yağ, bal, kaymakla hastaya değil, sanki değerli misafirlerine hizmet ediyordu. Oruç bunları hep iştahla, zevkle yiyordu, Şeppeli’yse keyifsiz. Sabah sabah nehrin kenarında abdest almaya giden imamın kollarını sıvayarak vurmaya başlayacağını, yediğine pişman edeceğini biliyordu. Tıpkı ablası gibi şişman, simsiyah sakallı imamın geniş avuçlu ağır eliyle vurdukça parlayan büyücek gözlerinin parlaklığı bugüne kadar Şeppeli’nin aklındaydı.

      İmam tamtamına otuz gün, her sabah Şeppeli’ye tokat attı, otuz birinci gün ona bir kase gül suyu tadında su verdi. Şeppeli bu suyu içip, birden bire hâlsizleşti ve uykuya daldı.

      Uyandığında başının üzerinde gülümseyen imam ile elindeki aynayı ona doğru uzatan Oruç’u gördü.

      Şeppeli aynaya baktı: ağzı normale dönmüştü. Sadece alt dudağında biraz tebessüm vardı. Şeppeli biraz baktıktan sonra, birden güldü: “Yahu imam efendi, imanına kurban olayım. Otuz gün beni tokatlamak yerine bir kere o sudan içirseydin keşke, bu çileyi çekmeseydim!” dedi.

      İmam ona: “nankör yaratık” derdi. Sonra Şeppeli’nin yüzünde ne gördüyse, bıyık altı gülerek eğilip kulağına fısıldadı: “Seni otuz gün tokatlamasaydım, arkadaşın Oruç bana hergün bir tavuk getirir miydi? Doğruyu söyle.” Şeppeli: “Getirmezdi.”, dedi Bu, imamın hoşuna gitti: “Bir daha hastalanırsan tek sefere otuz tavuk getir, ayaküstü iyileştiririm seni, gidersin.” dedi.

      Şeppeli sevinçle kahkaha attı: “Lokman, sevdim seni!”, diyerek çıktı. “bir daha hastalanmak” konusunda düşünmedi bile. Fakat, meğerse imam bunları şakasına söylememiş. Bu olaydan on yıl sonra, Şeppeli tokatları tamamen unuttuktan sonra tekrar felç oldu.

      Bu, Oruç’a mahkemede on beş yıl hapis cezasının kesildiği gün yaşandı. Oruç’la son kez vedalaşarak ayrılınca, Şeppeli çevresindeki kişilerin ona tuhaf, gizemli bakışlarla baktıklarını hissediyor, ama bunu önemsemiyordu. Sonra adamların nereye baktıklarını görünce, birden telaşla elini yüzüne götürdü ve hemen, yılların ötesinde kalarak unutulmuş imam aklına geldi.

      Fakat imam çoktan vefat etmişti.

      Şeppeli, tüm ihtimallere karşı, pazardan birkaç tavuk alarak, imamın evinde yaşayan yaşlı ablasının yanına gitti. Kadın onu, yemin ederek, imamın şeppe suyunun sırrını da kendiyle beraber mezara götürdüğüne inandırdı.

      Sakin, ılık bir yaz sabahıydı. Dağların eteğinde onun hızasında inşa edilmiş taş barınakların karşısında yollarla çaprazlanan geniş, yeşil çimenlikte, sırayla durmuş insanların arasında kuzular koşuşuyordu. Şeppeli de burdaydı. Diğerleri gibi, o da avucunda sayaç tutmuştu. Koşuşan kuzular gelip önünden geçtikçe, Şeppeli’nin parmakları cihazın düğmesine basıyor, hızla artan rakamlar çiftliğin kârını yeni yılda onun küçük avucunda biriktiriyordu. Bu dakikalar öyle bir