Kamer Alhanova

Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi


Скачать книгу

başladığı gibi, birden de sustu. Muhasebeci odasında sessizlik doldu.

      Mursakulu bir elini böbreğine kemer yerinin üzerine, öteki elini alnına koyarak, eğilerek hareketsiz oturuyordu. Kuru, cansız suratında gözlüğün camları altında kenarları kırışmış yarı-kapalı gözlerinde sanki ağlayacakmış gibi bir ifade vardı. Bir yeri mi ağrıyordu, yoksa otuz yıl boyunca onunla birlikte masada oturan, onun hastalığı için üzülen bir adama bile aniden bağırdığına pişman mı olmuştu? Her neyse, muhasebeci acı çekiyordu. Şeppeli’yse, ömründe ilk kez kendi arkadaşına ilgisizce davranıyordu. Daha doğrusu, beyni uyuşmuştu. “Nasıl yani rüşvet?! Nasıl yani hastalardan para?!” Bu soruları defalarca beyninde döndürüyor, baska bir şey düşünemiyordu.

      Kapıdan geçerken onu kim görse, bir şeyler söylüyordu.

      “Dert etme, Şeppeli. Sağlık olsun! Mesleğini de elinden almamışlar ya… Oturur evinde bağımsız çalışır, olsun!

      Pencereden geçen güneş ışığı Şeppeli’nin masasındaki tertemiz silinmiş mürekkepkabı ve knopkalari parlatıyordu. Şeppeli gözlüğünün altından gözlerini bu manzaraya dikerek kalakalmıştı.

      Bir süre geçtikten sonra başını kaldırdı. Güneş ışığının içerisinde de mini mini parıltılar vardı, ufak ufak parçacıklar sakince dönerek parlıyordu. Şeppeli ışığın arkasında kapının ağzında duranlara ve ona teselli verenin kim olduğuna dikkat etmeden, aydınlatıcı parçacıklara bakarken sakin sesle sordu:

      “Ben çok şey yaşadım.”, dedi. “Bu masanın üzerinde hesap yaptıkça ağlayanları, gülenleri gördük. ‘Öyle yazma, şöyle yaz’, diyerek ayağımıza kapnanaları da gördük. Oruç’tan sonraki yönetim her sene ‘Sekreter parasını ver’, diye diye her yıl hesap zamanı bizi sorguladıklarında, ikimiz de yana yana ağlamıştık bu odada…Böyle rezillikleri göre göre ben insanlıktan çıktım.

      Mursakulu’ya doğru döndü, birden sesini yükseltti:

      “Şimdi nasıl Memme’yi anmayayım, Mursakulu?! Nasıl dersin anma şu Memme’yi?! Sen bana söyle bakalım hangi şom ağızlı verdi sana o haberi ?! Memme kim, böyle şeyler kim ?!

      Muhasebeci cevap yerine belirsiz bir tarzda “Hımmm” yaparak ayağa kalktı, her iki eli böbreklerinin üzerinde eğilmiş hâlde, kapıya taraf yürüdü. Kapının önüne toplananlar çekilip saygıyla muhasebeciye yol verdiler, sonra birbirlerine bakarak onun ardından çıktılar.

      Biraz sonra avluda, insanların arasında Mursakulu, deminki çığlığının tam tersi, hüzünlü ve dertli dertli diyordu:

      “ Şeppeli dayanamaz bu derde … Şeppeli ölür.”

      … Telefondan ilk önce Zemfira’nın sesi geldi. Şeppeli’nin kalbi titredi: “Şükür! Şükür! Kötü gününde bile Memme’nin yanında! .. “

      “Zemfira, yavrum! Benim güzel kızım! Gelinim! Tanımadın mı ?! Dyadya Buratino işte! ..

      Zemfira susuyordu…

      “Ahizeden Memme’nin sesi geldi:

      “Dayı, nerdesin, nereden konuşuyorsun?”

      Şeppeli şaşırdı.

      “Nasıl nereden oğlum? Her zamanki yerden, Nergis’ in yanından!”

      “Gel, amca, bekliyoruz.

      “Aaaa” Şeppeli şaşa kaldı. Diğer taraftaysa telefon kapandı: “Düt-düt! ..”

      Şeppeli dükkandan çıktı. İkinci katta sonuna kadar açık, gür, aydınlık pencerelere; sonra hasattan yeni çıkmış kavunlar ve içerisinde koyun eti olan tahta valize, hasır sepetlere baktı. Neydi bu, gençler ne diyordu ? Nasıl yani “Gel, bekliyoruz?” Şeppeli durup, bir süre gözlerini pencerelerden ayırmadı. Orada kimse görünmüyordu.

      Kafe ile evin arası yirmi adım ya vardı ya yoktu ama meydanı geçene kadar nefes nefese kaldı.

      Kemerini sepetlerin kulplarına geçirip omuzlarına almıştı. Bavul elindeydi. Bir yandan omuzu kopacak gibiydi, diğer taraftan kolu. Bacakları titriyordu.

      Bir defasında o dağın eteğindeki barakalarda, o çimenlerde kesilmiş koyunların etleri tartılırken mobanlar birbirlerine kaş- göz işareti yaptılar, Şeppeli’yi alarak tartıya attılar. Az evel kocaman bir koç kırk kilo gelmişti. Şeppeli’yse otuz kilo geldi. Bunu görünce çok üzüldü. Daha önce tartıya çıkmadığı için kilosunu ilk kez öğreniyordu. Bu yüzden de hayâl kırıklığına uğradı. Kendini toplamak için “Görev insanıyım kardeşim, görev canıma okudu işte!”, diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Kendine hak vermek için dedi, ama aslında burada bir gerçek vardı: Şeppeli’nin vücudunda, hemen hemen hiç kas yoktu. Bu kassız vücudun şimdi yaklaşık yetmiş kilo, yani kendisinden iki kere ağır yükü kaldırması mucizeydi. Ama Şeppeli bunun derdinde değildi bile. Orada, evde ciddi bir şey olmuştu. Eğer Zemfira pencerede görünerek “Dyadya Buratino!”, diyerek seslenmiyorsa, yani sevinmiyorsa ve eğer Memme karşılamaya, yardım etmeye çıkmıyorsa kötü bir şey olmuş demekti.

      Sonunda meydan bitti. Şeppeli kaldırım boyunca dizilmiş ıhlamurların altındaki çim alanı da çok iyi bir şekilde geçti. Ayağını kaldırıma koyduğundaysa birden durdu: öyle bir hâle gelmişti ki, bir metre öteye gidecek gücü bile kalmamıştı. Böylece, bir ayağı “çim” de, diğeri kaldırımda takılıp kaldı.

      Memme’nin pencereleri tam yanıbaşında, başının üzerindeydi ama Şeppeli Memme’yi yardım için çağırmadı. Zaten, çağırmak istese de sesi çıkmazdı. Ayrıca, kendisi hiç umrunda değildi, beyninde sadece deminki düşünce dönüyordu: Orada, yukarıda bir şeyler olmuştu. Kim bilir Memme ne hâldeydi? Oyle bir hâldeydi ki, karşılamaya dahi çıkamıyordu.

      Şeppeli’yi tepeden tırnağa kadar ter bastı. Başı döndü. Bavul elinden düştü. Bir şekilde sepetleri kaldırıma koymak, çabucak yukarıya çıkarak ne olduğunu öğrenmek istedi. Bu arada birileri kaldırıma çıktı. Durup Şeppeli’ye baktı. Sonra, arkasından çıkan kadının (!) kolundan tutarak, hızla adımladı.

      Şeppeli bu şişman şapkalıyı Profesör Mehmetali’ye, Memme’nin kendisi gibi gencecik kayınpederine, benzetti. Ama buna inanmadı. Daha doğrusu, Profesörün onunla karşı karşıya gelerek en azından öylesine bir merhaba bile demeden geçip gideceğine inanmak istemedi. Şeppeli ona baktı ve onun Profesör Mehmetali olduğuna dair bir şüphesi kalmadı.

      “Profesör! .. Oğlum! ..”

      Sepetler devrilerek düştü, kavunlar kaldırıma dağıldı. Ama Şeppeli’nin gözünde kavun filan yoktu:

      “Zemfira, kızım! .. Oğlum! .. Dünür! ..

      Korkunç bir tehlikeden kaçıyormuş gibi hızla uzaklaşan dünürlerinden Şeppeli’nin aklında ebediyen iki şey kaldı: kumaş mağazasının vitrininin ışığında, profösörün sinirli elinde parlayan siyah çerçeveli, mat camlı gözlük; bir de gittikçe geriye dönerek “dyadya Buratino” ya bakan Zemfira’nın uzaklaştıkça yanağından akan göz yaşları.

      Düşünceli düşünceli, yeniden eşyaları alarak ikinci kata çıktı. Kapı açılır açılmaz konuşmaya başladı:

      “Profesörle gelinimin öyle gitmesi beni yıktı. Galiba aranızda bir şey olmuş. Şimdilik onu sormuyorum. İlk önce bana söyle bakalım, dayının bildiği Memme misin, yoksa Mursakulu’nun anlattığı Memme mi? Bak! Kem küm yapma kuzum. Bir kere söyle, ya öleyim ya da dirileyim. Şu an benim canım yarım! Gerçekten açıkça söyle! Mursakulu o haberi söylediğinden beri yine dudaklarım titriyor. Eğer sen suçsuzsan, doğru yolda yürüyorsan, isterse bir felç daha vursun umrumda olmaz. Vallahi, şimdiye kadar nasıl yaşadıysam