Kamer Alhanova

Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi


Скачать книгу

gibi titreyerek kamyona doğru baktı. Zayıf, genç bir çocuk donup kalmıştı. O kadar zayıftı ki, avurdu avurduna geçmişti. İnsan ince, siyah bıyığını görmese onu çocuk sanırdı. Ağarahim’in belindeki ağrı hâlâ dinmemişti. Kolları, bacakları sıtmaya yakalanmış gibi titriyordu. Boğazı düğümlü:

      “N’aptın, kardeşim?” dedi. O an, sesinin ağzının içinde boğulup kaldığı düşüncesine kapıldı. Ama adam onun sorusunu duymuştu. O da sesi titreyerek:

      “Bilmeden oldu amca, vallahi görmedim.” dedi.

      Adamın gözleri ya doğuştan böyle büyücekti ya da korkudan büyümüştü. Ağarahim’in zorlandığı zamanlar olmuştu, korktuğu zamanlar bile olmuştu. Fakat, beli hiçbir zaman böyle ağrımamıştı. Böbreklerinin bu şekilde ağrıması, sırtının bu tarz zonklaması ilkti. Sırtındaki ağrı nefesini kesiyordu. Güçsüz kalan bedenini ne olursa olsun dinlendirmeye ihtiyacı vardı. Ama, çocuğa benzeyen bu güçsüz gencin yanında bunu yapmayı gururu kaldırmıyordu. Ne desin, ne konuşsun hiç bilmiyordu. Ağzına geleni mi söyleseydi yoksa çocuğu tekme tokat dövse miydi? Neydi bu böyle, nasıl bir kazaydı? Bu ot dolu araba nerden çıkıvermişti? Şeytana benzeyen bu iti nasıl görememişti?

      Tirtir titrerken birden aklına Pervane’nin sözleri geldi.

      Pervane defalarca onu, “Arabada muska filan bulundur, nazar değerse, kazadan, belâdan korur seni!” diye tembihlemişti. Ağarahim nazara, nazar boncuğuna, büyüye filan inanmıyordu ama Pervane’nin uyarısını dikkate almadığı için şimdi pişman olmuştu.

      Ağarahim içindeki titremeyi belli etmemek için nefes alışlarını ayarladı.

      “Kör müydün? Geldiğimi görmedin mi?” dedi. Genç adam yutkunarak.

      “Görmedim, vallahi. Bu gerizekalı arabanın arka tarafı gösteren aynası yok. Ot da izin vermiyordu. Bir an dönmek isteyince....” adam cesaretini topladı. Ağarahim’e yaklaşarak: “Şükür çok ciddi bir durum yok.” dedi. Aracın berbat hâle gelen kapısına baktı: “Düzelir düzelir, yeter ki ölüm falan olmasın!” dedi. Ağarahim çevreye bakındı. Böyle işlek bir yolda kimse gözükmüyordu. Olsa, hiç değilse Ağarahim’in tarafını tutardı, onun günahsız olduğunu filan savunurdu.

      Genç de Ağarahim gibi çevreye filan bakındı sonra büyücek gözlerini Ağarahim’in yüzüne dikti:

      “Amca, polis filan gelmeden kaybolalım hemen burdan.” dedi. Ağarahim olmaz anlamında kafasını salladı.

      “Polis çağıralım.”

      Genç yalvarmaya başladı:

      “Vallahi arabanı yaptıracağım. Darbe aldığı belli bile olmayacak. Tüm masrafları da karşılayacağım.”

      Ciguli’nin daha önceki Ciguli olmayacağı fikri aklına geldiğinde Ağarahim`in damarlarındaki kanı dondu sanki. Ağarahim, öfkesini bu pörtlek gözlü adamdan çıkarmak istedi. Bağırmak istedi fakat neden sesinin çıkmadığını bir türlü anlayamadı. Kendi güçsüzlüğünden dolayı ağlamaklı oldu.

      “Neyi yaptıracaksın? Mahvettin arabayı. Benim yarın Bakü’de olmam gerek. Ne yapacağım ben şimdi ?”

      Pörtlek gözlü gencin yüzünde mahzun bir ifade oluştu; Korktuğu gözlerinden belli oluyordu ve bu gözler dile gelip dedi ki:

      “Döv, söv, vur, öldür, haklısın, ama…”

      “Gidelim. Hemen bugün yaptıracağım. Seni de gece bizzat ben götüreceğim Bakü’ye.”

      Ağarahim’in susması çocuğu biraz daha cesaretlendirdi.

      “Kurban olurum, amca. Zaten benim bir sürü sorunum var. Bir belâdan yeni kurtuldum. İkinci belâyla uğraşmamın sana nasıl bir faydası olacak ki?

      Gidelim mi polis falan gelmeden? Genç yük dolu araca bindi. “Peşimden gel!”, dedi. “Takma kafana, vallahi hâllolacak.” Ağarahim uykudan yeni kalkmış, nerede olduğunu kestiremeyen insan gibi sersemlemişti. Ot arabasının peşinden gidip gitmemek konusunda kararsızdı. Beklese miydi acaba? Ama neyi bekleyecekti? Belki de polisler akşama kadar hiç buraya gelmeyecekti. Belki, bu şeytana benzeyen çocuk Cigulu’yi sahiden yaptıracaktı. Polisi beklemek gereksizdi. Ağarahim’e yeni bir araba alacak değildi ya?

      Ağarahim Ciguli’ye bindi. Neden bindiğini bilmiyordu. Çünkü çocuğun peşinden gitmek istemiyordu. Ağarahim ateşle su arasında kalan hastalıklı bir adam gibiydi lakin ateş ne tarafta su ne tarafta bilmiyordu.

      Ot yüklü araba yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Ağarahim arabanın arkasından bakıp deminkinden daha fazla korktu, “İt oğlu it, kaçıp gidiyor galiba”. Ot aracı durdu, çocuk kafasını camdan çıkarıp Ağarahim’e el salladı ve Ağarahim Ciguli’yi köy yoluna doğru çevirdi.

      Birbirine bağlı iki üç köyün içinden geçtiler. Sonra ana yoldan çıkıp dar toprak yola girdiler. Köyün adının yazılmış olduğu demir levha köşedeki direğe monte edilmişti. Ağarahim bir bakış atarak demir levhadaki yazıyı okudu: “Alpoud.” Ağarahim nefes alarak kafasını salladı. “Adı Alpoud olan köyün insanları nasıldır kim bilir? Alpoud nedir yahu?”

      Geniş sokaklı, çitleri ağaçtan yapılmış bahçeye girdiler. Çocuk araçtan iner inmez direksiyon başında kalakalmış Ağarahim`e yaklaştı.

      “Hoş geldin, kardeş” dedi. Sonra eve doğru dönerek seslendi:

      “Anne, misafirimiz var!”

      Ağarahim çocuğun yöneldiği yöne bakarak arabadan indi. Evin balkonunda sedirin üzerinde yaşlı, kilolu bir kadın oturuyordu. Kadın yanındaki eşarbı alarak başını kapadı.

      “Kurban olurum ben o misafire!” diyerek zar zor sedirden indi.

      İhtiyar kadın yaşlı bir erkek yardımıyla yürüyordu. Uzun, geniş eteği onun daha da kilolu gözükmesine sebep oluyordu. Ağarahim`in yanına vararak el uzattı, selâmlaştı, nefessiz kalarak: “Yavrum, hoş geldin!” dedi.

      Ağarahim kafasını salladı. Tanımadığı insanlarla merhabalaşmaya mecbur değildi. Bu kaza olmasaydı hayatı boyunca “Alpoud” adlı bir köyün varlığından bile habersiz kalacak, şeytan suratlı bu çocuğa rastlamayacak, beyaz gömleğinin altından şişman göbeği belli olan sarkık göğüslü bu kadını da görmeyecekti. Bunlar olmadan da hayatını rahatça devam ettirecekti. Bu insanlarla aynı yerde, aynı alanda yaşamakla başka bir kıtada, mesela Afrika’da yaşamak arasında çok da büyük bir fark yoktu.

      Kadının erkeği andıran esmer, yuvarlak bir yüzü vardı. Bir gözü yarıya kadar beyaz perde ile kaplıydı. Öncekinden daha sakin bir sesle:

      “Eve geçsene kurban olduğum!” dedi.

      Ağarahim dudaklarının arasından mırıldandı. Kadın eve doğru giderken:

      “Gelin, hey! Bir sandalye getiriver misafire!” dedi.

      Gelin, elinde sandalyeyle odadan çıktı. Sanki içeride elinde sandalyeyle hazır bekliyordu. Sandalyeyi koşar adım getirerek armut ağacının gölgesinde bir yere bıraktı ve hemen eve döndü.

      Yabancıyı böyle ağırlama Ağarahim’in hoşuna gitmedi. Ağarahim bakışlarıyla şeytan suratlı çocuğu aradı. Çocuk ot yüklü aracının yanında durarak dalgın dalgın sigarasını tüttürüyordu. Yanında üç dört yaşında, keten kumaştan yapılmış bebeğini göğsüne bastıran bir kız çocuğu bu genç adamı süzüyordu fakat onu görmüyor gibiydi. Ağarahim kızın nereden çıktığını, nereden geldiğini görmemişti ama şimdi kızı düşünmenin hiç sırası değildi. Acelesi vardı. Aracı yaptırması gerekti.

      Genç adam sigarayı yere atarak