Kamer Alhanova

Çağdaş Azerbaycan Hikâye Antolojisi


Скачать книгу

boya dizilen kitap dolaplarının tam ortasından yatak odasına açılan kapının arasında, sandalyede oturup, başını göğsüne doğru eğerek, aralıksız sigara içiyordu. Onun yanında yatak odasında üzerine yeşil ipek örtülmüş çift kişilik kanepe, bir açık dergi ve Zemfira’nın renkli portresi görünüyordu. Eskiden Bakü’ye gelip Zemfira’yı burada bulamadığında, onun yerine canlıymış gibi duran bu portreyi öpüp okşardı. “gelininin” omuzlarına dağılmış sarı saçları arasında beklenmedik bir tezatla gülümseyen simsiyah gözlerine bakıp kafasını sallar, “Seni gidi hınzır şey seni…” derdi. Bu sözleri öylesine bir şeyler söylemek için demiyordu. Bu sözlerin arkasında büyük bir anlam vardı.

      Profesörün ailesiyle tanıştıktan bir hafta sonra Zemfira çiftliğe, “dyadya Buratino”ya bir mektup yazmıştı. Şeppeli mektubu Pericihan’a gösterdi. Zemfira’nın Memme ile nikâh kıydırmak için onlardan, yani Pericihan’la Şeppeli’den izin istediğini anlattı.

      Pericahan müstakbel gelininin apayrı bir dünyanın insanı olduğunu ilk bakışta fark etmişti. Zemfira’nın kayınvalidesi ile kendi dilinde serbest konuşamaması, çok zaman Memme’nin aracılık yapması bir yandan; gelinin müzik okulunda artistlik okuması, kayınvalidesinin önünde yüzünü öteye çevirerek oturması, kıvıra kıvıra yürümesi, onu umursamaması da bir yandan Pericihan’ı memnun etmiyordu. Ancak daha sonra, Memme’nin Zema’yı çok sevdiğini görerek her şeyi kabul etti. Hatta bir kez Şeppeli’yle Zemfira ile ilgili konuşurken gülümsedi ve “Çok tatlı…” dedi. “Yeter ki oğlum mutlu olsun, ben gelinimin ne söylediğini anlamasam bile, kaldırabilirim.”

      Şeppeli Pericihan’ın gelininin dilini öğrenmek istemediğini hissetti.

      Mektup ve nikâh konusuna dayanamadı. Bastı yaygarayı: “Allah’ım, beni öldür de bu günleri görmeyeyim! Bu nasıl bir gelin?! Daha parmağına yüzük takalı bir hafta oldu, nişan yok, düğün yok, bu nikâhtan mı bahsediyor?! Elalem ne der?! Bir de neden Memme kendi değil de, bu yazıyor sana, yahu ?!”

      Niçin Memme’nin değil de, gelinin yazdığına Şeppeli de anlam veremiyordu. Ama nikâhın ne için gerektiğini biliyordu. Bu konudan mektupta da bahsedilmişti fakat Şeppeli henüz o kısmı çevirmemişti. Pericihan’a, Bakı Sovyet’i metrosu civarında Memme’ye bir odalı ev vermek istediklerini anlattı. Hem de şehir dışında, ıssız bir yerde, beşinci mikrorayon denilen yerde vermek istiyorlarmış. Gençlerse, Zemfira’nın yazdığı gibi, Baksovyete bunu yutturmak, nikâh kağıdını sunarak iki odalı ev almak istiyorlardı. Zemfira’nın yazdığı gibi, “Nikâh cüzdanı elimde olsa, Memme’yi alıp kendim giderim Bakü Sovyet`ine , para bile veririm.”

      Zemfira mektubunda şöyle yazıyordu: “Çok zorlanırsam, hamile olduğumu söyleyeceğim. Bunun içinse nikâh gerek.” Şeppeli ilk önce bu sözleri Pericihan’a söylememeyi düşündü. Ama farkında olmadan, mektubun ahengine kapılıp hamile olduğumu söyleyeceğim” sözlerini de çevirdi. Bunu duyan Pericihan şoka girdi. Tüm gece söylendi durdu. “Hanım köylü” oğlunu kınadı durdu.

      Şeppeli çok pişmandı. Nasıl olur da, mektubun o kısmını çevirirdi? Acaba şimdi ne yapsa, nasıl bir çözüm bulsaydı? Memme ile Zemfira geniş bir ev almak için mutlaka birilerini kandırmak zorundaydılar. Bunda ciddi bir şey yoktu, kabahat sayılmazdı. Bunu anlayabilirlerdi. Eğer Zemfira bu kadar açık ve rahatca bunu yazdıysa, bunu da anlamak gerekti. Çünkü Zemfira, özgür ruhlu bir kızdı. Peki bunları Pericahan’a nasıl anlatabilirdi?

      Şeppeli postaya gitti. Profesörün evini arayarak Zemfira’yı telefona çağırdı. “Bakı Sovyetinden başka, Pericihan anneyi de kandırmayı başarırsanız iş düzelir, yani nikâh kıydırıp Pericihan anneden saklayın.” dedi.

      Nikâh kıyıldı, daire alındı, profesörün parasıyla çeyizlik oturma odası ve yatak odası aldılar. Ama Zemfira, Şeppeli’nin söylediği gibi Pericihan anneden biraz çekindi. Sırf korktuğu ve çekindiği için “dyadya Buratino”yu karşılayarak, boynuna sarılıp onu öptükten sonra, gözkırparak sordu: “Yalanımızı öğrenmedi değil mi?” Şeppeli her defasında Bakü’ye geldiğinde gelinini evde görmediğinde portreyi öperken dediği: “Seni gidi hınzır şey!” sözlerinin arkasında bu olay duruyordu.

      Gençlerin mutluluğu için bir şeyler yaptığı zaman Şeppeli daha önce hissetmediği duyguları yaşardı. Bu yüzden bazen duygulanır, gözlerindeki yaşı gizlice silerdi. Bazense duygularını paylaşmak için birilerini arar, bulamadığı zaman da iş arkadaşına anlatmaya başlardı:

      “Mursakulu, ne düşünüyorum biliyor musun? Aile, çoluk çocuk hepsi boş, bazen bir yabancıya bile iyilik yaptığında bir bakarsın gelip senin öz oğlun kadar yakının oluvermiş. Örneğin, Zemfira… Benim neyim ki? Hiçbir şeyim! Ama aradaki sevgiye, saygıya bak! ..

      İş arkadaşının “Evet…”, “Hımm…” gibi belirsiz geçiştirmelerinden bıkarak köye, zaman bulup Pericihan kadının yanına gidiyordu.

      “Bizim Mursakulu’ya dert anlatmak yerine kör bir kuyuya laf anlatmak daha iyi!”, diyerek devam ediyordu: “Benim inanacım şu Pericihan, insan insana derman olur.” diyordu.

      Bu fikirlerini Bakü’ye gidince Memme’nin yanında da söylüyordu:

      “Sen doğru yoldasın, yavrum. Sen herkese içinden geldiği gibi yardım ediyorsun, iyilik yapıyorsun. Senin yanına gönderdiğim herkesi tedavi ettin, iyileştirdin. Bir süre sonra bir baktın ki, hepsiyle arkadaş olmuşsun. Bundan başka ne isteyebilirsin ki? Haksız mıyım yavrum…

      Şeppeli böyle konuşurken, Memme pek tepki vermiyordu. Sadece bazen, Şeppeli “Haksız mıyım, doğru söylemiyor muyum?”, diye ısrarla sorduğunda Memme hafifçe gülümsüyor, ve onu onaylıyordu. Bu arada adam kendini tutamayıp ona sarılıyor, “Benim doktorum! Yavrum! Gözümün nuru! diyordu. Sonunda, Memme’yi de duygulandırdığını görünce onu rahat bırakıyordu.

      Bu gün o hislerden uzaktılar. Birisi kanepede, öteki sandalyede oturup mutfağa kadar tüm pencerelerinin ardına kadar açık olmasına rağmen, havasız kalan dairede “temizlik”, “lekelilik”le ilgili düşünüyorlardı. Memme’nin suskunluğu, yorgun ve içine kapanık hâli Şeppeli’yi gittikçe daha çok korkutuyordu. Memme’den kötü bir yanıt, Mursakulu’nun çiftliğe götürdüğü habere uygun tek kötü kelime duyarsa, tüm hayatının birden anlamsızlaşacağını, “Memme” adlı aydınlık dünyasının mahvolacağını düşündükçe Şeppeli’nin sesi titriyordu.

      “Baban, rahmetli Oruç o kadar iş yaptı, çalıştı, çabaladı. İşçilerle beraber, tozun, toprağın, çamurun içinde tütün ekerek, çiftliği genişletti, dört yüz koyunu yirmi bine ulaştırdı. İşbilmezler hayvanları kurda kaptırmasalar, baban şimdi bile aynı şekilde devam ederdi. Sen Oruç’un oğlusun! Ben senin yanlış yola sapacağına inanmıyorum. Sen kim, rüşvet kim?! Rüşvet öyle bir çirkef ki, adamın yürümesini değiştirir, bakışlarını bile etkiler! Otuz yılda kafamdaki saç teli kadar şahit oldum bunlara. Yıllar önceden tanıdığım biri vardı; pörtlek gözlü, göbekli bir adamdı. Bir defa rica etti, arabasını yıkattırdı bana ama giderken “Sağol, teşekkür ederim!” bile demedi. Peşinden bakıp Mursakulu’ya dedim ki, bu adam her kim ise midesine düşkün biri bu. Mursakulu bana kızdı. Aslında konu onun göbeği değildi. O adamın davranışı beni çok rahatsız etmişti. Nerede araba görsem, o adam gözümün önünde canlanır, gelip dururdu önümde. Geçen yıl bir baktım, Mursakulu gelip masamın önünde durmuş bana bakarak kafasını sallıyor. “Ne oldu, neden kafanı sallıyorsun?” diyorum… Ne dese iyi? “Hani o adam vardı ya, sana arabasını yıkatan. O sahiden boğazına düşkün biriymiş. Sen bayağı insan sarrafıymışsın, Şeppeli!” Meğerse, o adam Mursakulu’nun özbeöz amcasının torunuymuş.