kağıdı sık sık değiştirmeyi sevmeyen Mursakulu’dan farklı olarak, Şeppeli, akşamları odada tek kaldıklarında ayağının altına tabure koyarak dolabın üst çekmecesinden kalın kâğıt tomarlarını indirir, sanki hayatının monoton döngüsüne az da olsa, bir şey katmak niyetiyle hergün bir renk, bazen beyaz, bazen lacivert, bazen de pembe kâğıt seçerek masanın üzerine seriyor, onları avuçları ile düzelterek pürüzsüzleştirir ve köşelerine düzenli bir şekilde, boncuk gibi düğme takardı. Tesadüfen mühasebeye birileri geldiğinde Şeppeli başını kaldırmamaya çalışırdı. Uzun yıllar içersinde alışkanlığa dönüşmüş bu davranışıyla herkesin alay ettiğini biliyordu. Üç, beş dakika düğme dizerek veya mürekkep kabını silerek zaman geçiriyordu ki, gelen insan bu davranıştan bir sonuç çıkararak gitsin.
“Şişko”ysa bir türlü gitmedi. Masaya yaslanarak bir süre onun ellerini inceledikten sonra sakin, umursamaz bir şekilde güldü.
“Boş yere çabalıyorsun, Şeppeli!” dedi, “Ne kadar çabalarsan çabala bu masa muhasebe masası olmaktan öteye geçemeyecek. En iyisi sen gel yardım et, müdürün yanında da bir değerin olur.”
Şeppeli bu adamı tanımıyordu. Tavrından ve sözlerinden çok rahat biri olduğunu anladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Şişko”nun anlattığına göre, çiftlikteki hayvanlara bakmaya gittiği için “Volga”sı çamura bulanmıştı, şimdi burada uygun birilerini bulamadığı için Şeppeli’den aracı yıkarken ona yardım etmesini istiyordu.
Araç çamur içindeydi.
Şeppeli, yardım etti. Kova ile su taşıdı, tekerlekleri ve elinin ulaştığı yerleri yıkadı, kuruladı. Tamam, “şişko” da yardım etti, ama giderken öylesine de olsa Şeppeli’ye teşekkür bile etmedi. Yine de o arsız gülüşüyle: “Evet, şimdi gidip masanı tekrar düzenleye bilirsin, Şeppeli!”, diyerek araca bindi.
Bu olaydan sonra birkaç yıl geçmişti, ama araç görünce Şeppeli ister istemez hep o “şişko”yu, “deli”yi hatırlıyordu.
Çimenlikte duran beyaz renkli “Volga” nın çelik kısımları, camları güneşin altında parlıyordu. Sahibi dirseğini pencereden çıkararak, lacivert camlı gözlüklerini kolsuz gömleğinin yakasına takarak başını hafifçe yana eğmiş, gülümseyerek, güldüğü için azıcık küçülmüş gözlerle Şeppeli’ye bakıyor, onun yaklaşmasını bekliyordu. Bu, elbette, o “Şişko” gibi insanlardan değildi. Nur dolu bir yüzü vardı. Yemyeşil çimenlerin ortasında parıl parıl parlayan aracı gibi kendisi de parlıyordu. Şeppeli tek bakışta değeri biçti: “Ne iyi, kültürlü birine benziyor.” Ama, aynı zamanda Şeppeli bunu da buraların “sosyetik” insanlarından biri saydı. Bu da yardım için ihtiyacı olanlardan biriydi ve onu yardıma çağırıyordu. Bunu tahmin edince kafasını salladı.
“Ne istemiştiniz?”
“Merhaba, amca.”
“Aleyküm selâm.”
“Beni tanımadın mı?”
Şeppeli ona baktı.
“Siz çoksunuz, bense tek”, dedi.
“Siz, derken kimlere kastetin, amca?”
“Siz yani araçla gezenler.”
Çocuk Şeppeli’nin ufacık boyuna baktıktan sonra sanki altmışlık adamla değil de küçücük bir çocukla konuşuyormuş gibi:
“Arabayla dolaşanların çok olmasını istemiyor musun?” dedi.
Şeppeli doğrularak, daha da ciddileşti.
“Ben memurum.” dedi. Buyur bakalım, nasıl yardım edebilirim!”
Onun tavrı, galiba genci şaşırttı.
“Ben sana yardım etmek istiyorum, amca.” dedi ve bu sözüyle Şeppeli’yi şaşırttı.
“Bana? Yardım ?!”
Çocuk Şeppeli’ yi bir kez daha baştan aşağı süzdü.
“Sen Medet amca değil misin?”
Bu beklenmedik soru Şeppeli’yi daha da şaşırttı. Şeppeli gerçek adını unutalı çok olmuştu. Ayda yılda bir birileri onun gerçek adını söylerdi. O zamanlar da sanki dünyayı ona verirlerdi. Onun birdenbire yüzü değişti, bu beyaz tenli genci saygıyla, minnettarlıkla seyretti:
“Evet, Medet’im, oğlum.” dedi. Fakat değişti artık. Ne adım kaldı ne de adamlığım. Şimdi bana Şeppeli diyorlar. Muhasebeci Şeppeli.
Genç tebessüm etti.
“Çok mu üzülüyorsun Şeppeli denildiğinde?”
Şeppeli:
“Usandım artık.” dedi ama hemen de pişman oldu: “Böyle kibar bir gençle neden samimi konuşmasın ki?”
Hemen hatasını düzeltmeye çalıştı:
“Adım gerçekte olduğu gibi olsaydı, hayatım farklı olurdu, oğlum.” dedi.
Şeppeli irkildi.
“Evet, amca, konuşmayacak mısın? Adını kendine geri versem bana ne vereceksin? Otuz tavuk yerine o kuzulardan birini verir misin?”
Şeppeli hayretle bakıyordu. Otuz tavuk ?! Bunu bu çocuk nereden biliyordu? Çünkü, rahmetli Oruç’tan, Pericihan kadından, bir de Şeppeli’nin kendisinden başka, bu eskimiş, unutulmuş tavuk öyküsünü hiç kimse bilmiyordu.
Şeppeli gözünü bile kırpmadan, bir süre delikanlıya baktı.
“Yavrum, sen kimsin?”
“Hâlâ mı tanımadın?” Çocuk güldü. “Ordan bir tane kuyruklu kuzu seç de gel gidip kafa çekelim.”
“Nereye?”
“Bakü’ye. Seni hastaneye götürmeye geldim.”
“Dur oğlum, dur!” Şeppeli’nin kalbi çarpıyordu. “Eskiden benim bir arkadaşım vardı oğlum; iyi günümde, kötü günümde ne zaman gerekse yanımda olurdu. Sen o arkadaşımı hatırlattın, moral oldun…”
“Ben Oruç’un oğluyum işte… Memme’yim!.. Genç adam gülümseyip kapıyı açarak arabadan indi. Elini uzattı.
Şeppeli geri çekildi.
“Kıpırdama!… Bırak da dünya gözüyle iyice bir seyredeyim. Bakalım Oruç’a benziyor musun?”
Çocuk bunu tamamen doğal bir şey gibi algılayarak, sakince durup sabırla bekledi.
Şeppeli ise bir hayli enine boyuna izledi.
Adamın kalbi hoplamıştı. Rahmetli arkadaşının oğlu Memme’nin Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Bakü’de çalışmaya başladığını biliyordu. Pericihan’ı her gördüğünde, neredeyse sadece Memme ile ilgili konuşuyorlardı. “Soğumuş, kalbi taş olmuş, buz tutmuş! Yılda bir kere ya arar ya aramaz. Geldiğinde de “Toparlan da gidelim Bakü’ye! Toparlan haydi! diyor. Hiç düşünmüyor yaşlandığımı, saçlarımın beyazladığını. Oruç’un evini ben nasıl boş koyarım?!” diyen Pericihan sürekli oğlundan yakınıyordu. Şeppeli’yse hep tek şeyi düşünüyordu: “Acaba Oruç’a benziyor muydu?” Şimdi, yirmi yıldan sonra rahmetli Oruç adeta dirilmiş gibi önünde duruyordu. Eskiden Bakü’de okuyorlarken Oruç da böyle yalın, narin, beyaz tenli bir gençti. Acaba nasıl olmuştu da Şeppeli bu genci tanıyamamıştı?
Adam o kadar üzüldü ki sanki yılların ötesinden Oruç’un sesini duydu: “Bir imam tanıyorum. İmam ama aslında lokman. Gidelim onun yanına. Varımı yoğumu sarfetsem bile seni iyileştireceğim!” Daha sonra dirilmiş Oruç