ardına diziliyor ve bitmek bilmiyordu: Yemiş ağaçlarını budamak, ilâçlamak, aralarını sürmek, kavun karpuz ekmek, kazmak, hazır olan ürünü toplamak… Onun için Bostancı ailesi mart ayı gelir gelmez kış aylarında ev önünde yatan karavanı oraya değiştiriyor ve akşam sabah evden bahçeye, bahçeden eve gidip gelmektense kasıma kadar onda yatıp kalkıyordu.
Bostancı karısı her defa olduğu gibi bu sabah da uyanır uyanmaz karavan önüne çıktı. Etraf iyice aydınlanmış, gün doğmasına çok az kalmıştı. Alışkanlık üzere etrafı dikkatle gözden geçirdi. Yemişle yüklü elma ağaçları ve olmuş veyahut olmaya yüz tutmuş karpuz ve kavunla dolu olan bahçe gözleri okşayıcı bir yeşillik ve sessizlik içindeydi. Hava bugün de bayağı sıcak olacağa benziyordu.
Karavan önündeki çardağın altında bulunan doğal gaz sobasını çalıştırdı ve üzerine çaydanlığı yerleştirdi. Kahvaltı için ne lâzımsa çıkarıp masa üzerine dizdi. Her şey bir tamam olduğuna kani olduğunda açık duran karavan kapısına doğru seslendi:
“Kalk artık! Kahvaltı hazır!”
“Tamam, işittim!” Diye homurdandı Bostancı uykulu sesle ve diğer tarafına döndü. Yorgundu. Karı koca dün yine karanlık basıncaya kadar durmadan çalıştılar ve kamyonu karpuz ve kavunla tıka basa doldurdular. Akşam yemeğini yer yemez yattılar, lâkin yaz geceleri o kadar kısaydıı ki, yorgunluklarını giderinceye kadar sabah oluvermişti!…
Bostancı diğer tarafına dönmüştü ya, birkaç saniye sonra gözlerini araladı ve bileğindeki saate baktı. Bakar bakmaz da yataktan fırladı ve telaş dolu sesle konuştu:
“O-ho! Neredeyse gün üzerime doğacak! Yola çıkmak için yine geçikiyorum!”
Elini yüzünü yıkar yıkamaz masa başına geçti. Acele acele birkaç yudum aldı, çay bardağını iki yudumda boşalttı ve tekrar ayağa fırladı. Masaya taze oturmuş ve kahvaltıya henüz daha başlamamış olan eşine her vakitki gibi sert sesle akıl vermeye başladı:
“Daha fazla oyalanamayacağım! Sıcak basıncaya kadar yolun yarısını bari geçmem lazım. Ekmek arasına azacık peynir kıstırıver. Kamyonu sürürken arada sırada yudumlarım! Sen kahvaltıdan sonra bir dakika bile vakit kaybetmeden sararmış olan kavunları gölgeye taşımaya başla! Yarına kalırlarsa biredek patlaşacaklar ve sonra beş para etmeyecekler! O işi bitirdikten sonra ise karpuz toplamaya başla! Ben dört gün sonra yine buradayım! O zamana kadar kamyonun yükünün yarısı bari hazır olsun!”
Kamyonun tekerleklerini ve yükü acele acele gözden geçirdi ve kabine tırmandı. Motoru çalıştırdığında eşi açık camdan ona bir poşet uzattı ve motorun gürültüsünü bastırabilmek için yüksek sesle konuştu:
“Her şeyi fazlaca koydum! Yanında bulunsun! Yol boyunda durup karnını gerektiği gibi doyurmaya bir türlü öğrenemedin!.. Çocuklara selamlarımı ilet!”
“Tamam tamam! Her defaki gibi karşımda dırıldanarak kafamı şişirip durma! Senin aklına uyarak olur olmaz yerde durmaya başlarsam, gideceğim yere iki günde de varamam!.. Dediğim gibi ben gelinceye kadar kamyonun yükünün yarısını bari hazır etmeye bak! Anladın mı?”
“Anladım, anladım! Tekrarlayıp durma!” diye cevap verdi Bostancı karısı. Eşinin bitmez tükenmez dırdırlarından bezmişti artık. Birkaç adım geri çekildi. Yaşlı bir insan gibi inildeyerek ileri doğru hücümleyen ve eğrili büğrülü kara yolda adım adım ilerlemeye başlayan kamyonun ardından bir saniyecik bile bakmadan dönüp karavana doğru hem yürüdü, hem de kendi kendine öfkeli sesle konuştu:
“İş kuduzu! Şunu topla, bunu topla, o işi yap, bu işi yap… Ben ne yapacağımı bilmiyorum ve haylazlık ediyorum sanki!.. Köyden uzak, hani bir laf var, kervan geçmeyen, kuş uçmayan bu yerde günlerimi yapayalnız geçiriyorum ve günlerce, bazen haftalarca tek bir canlı görmüyorum! Durmak, oturmak istesem bile, etrafımda durup konuşacak, oturup sohbet edecek bir kimse olmadıktan sonra…”
Cezveyi gaz ocağına yerleştirdi, radyoyu açtı ve kahvaltının başına geçti.
Kahvaltı etmeyi, kahve içmeyi ve radyo dinlemeyi en azından bir saat sürdürdü. Dört gün dur otur ne demek bilmeden çalışmıştı. Hele dünkü iş hem yorucuydu, hem de gece yarılarına kadar devam etti. Yorgunluğunu giderememişti ve bu ağır işe tekrar sarılmaya hiç acele etmek istemiyordu. Öğleye kadar bari dinlenmesi gerekiyordu. Zaten güneş de etrafı kızdırmaya başlamıştı artık.
Öyle de yaptı. Sararan kavunları karavan ardındaki yaban armudu gölgesine toplamaya ta öğle sıcağı belli belirsiz de olsa hafiflediği hissedildiğinde başladı.
Kavun toplamayı sona erdiğinde artık ikindi geçiyordu ve dinlenmek için karavan önüne tekrar oturdu. Şimdi hem kahve içiyor hem de etrafı sakince izliyordu. Karşı tarafta buğday ekili tarlalar artık sararmış, biçerdöverleri bekliyordu. Sağ tarafta komşu köylere kadar uzanan Kocakorunun buradan sadece bir köşesi görünüyordu. Aşağıda, bahçenin alt tarafında Kayacık Çeşmesi şarkısına yıllardan beri hiç kesintisiz devam ediyordu. Etrafta ne insan, ne hayvan, ne de makine sesi. Hattâ kuşlar da dere boyundaki söğüt dalları arasına gizlenmiş, sıcağın hafiflemesini bekliyordu.
Öyle gailesizce otururken ve sakin sakin kahve yudumlarken nereden çıkıp geldiğini anlayamadığı bir kimsenin çeşme önünde dikildiğini fark etti. Turist elbiseliydi ve arkasında büyücek bir sırt çantası vardı. Yakın bir yerde çalışmış ve şimdi çeşmeye su almaya gelmiş bir kimseye hiç benzemiyordu. Buralara sık sık uğrayan kır bekçisi de değildi. O, buraya geldiğinde çeşme başında gezinmekle vakit geçirmiyor, doğruca elma bahçesine geliyor ve onu görmüş olsa da, olmasa da, daha uzaktan sesleniyordu:
“Bostancı karısı! Cezveyi ateşe sürdün mü? Bilmelisin ki, senin kahveni yine özledim!”
Tanıyamadığı o kimse çeşme önünde hayli dikildikten sonra gözden kayboldu, lakin çok geçmeden yine belirdi. Şimdi sırt çantası arkasında yoktu. Öteye beriye bir hayli gezindi. Arada sırada duruyor, çeşmeye doğru dönüyor ve mıhlanmış gibi dakikalarca yerinden kıpırdamıyordu.
“Çeşmeyi satın alacakmış gibi bakıyor!” dedi Bostancı karısı kendi kendine ve gülümsedi. “İlginç bir iş. Kim acaba ve burada ne işi var?”
Kalktı, bahçe içinde gezinmeye ve olmuş karpuzları koparıp bir kenara yığmaya başladı. Bir saat sonra karavan önüne tekrar oturduğunda o tanıyamadığı kimse hep daha çeşme başındaydı. Hatta şimdi bir şey üzerine oturmuştu ve çeşmeyi hep öyle dikizlemeye devam ediyordu. Bostancı karısı merakını bir türlü yenemedi, su testisini eline aldı ve taze su almak manasıyla çeşmenin yolunu tuttu.
-4-
Mimar Behçet kır bekçisiyle birlikte beş günde çeşmelerin on altısını ziyaret edebildi. Ertesi güne yalnız en uzakta olan iki çeşme kaldı. Altıncı gün onları da ziyaret edebilmek için erkenden yola çıktılar. İlkin köyün kuzeyinde bulunan Devesil Ormanındaki çeşmeye gittiler. Onu fotoğrafa çektikten sonra kır bekçisi Mehmet dayı onu çalılar içinde kalmış olan başka bir çeşmeciğin yanına götürdü:
“Bu, senin elindeki kâatta yazılı olmayan Çoban Çeşmesi. Çocukluumda bu semte hayvan otlatmaya geldiimde onları sulamak için buraya getirirdim ve öğle yemei için işte şu meşe altına otururdum. Son yıllarda buraya ne hayvan gelir, ne de insan. Onun için çeşmenin de dört bir tarafını ot ve dikenli çalı bürümüş.”
“Yani Göllerköy çeşmelerinin sayısı on dokuza vardı!”
“Madem senin kâatta öyle yazılı.”
Bu çeşmeyi de fotoğrafa çektiler ve öğle yemeği için meşe ağacının