Yakup İsmail

Göllerköy Çeşmeleri


Скачать книгу

murnası, sütunları mütunları, hepsi bi tamam. Arkasındaki büyük kaya, yanı başındakı ceviz aacı, etraftaki otlar ve taşlar ayan beyan görünüyor. Hatta çeşmenin üstünde, iki sütun arasında yatan ve sekiz on pelvanın kaldıramayacaa kadar büyük olan kaya bile aynisi. Demek ki, bizim Çeşmecinin fotograf makinası hem renkli, hem de bu kadar büük resim yapabiliyor! Yalnız nesi var, şu sol taraftakı sütun daha fazla ak elbiseler içinde göklere dooru uzanan bir kadına benziyor. Bu ne demek acaba? Bu resim insan ruyasında gördüü bir manzarayı andırmıyor muydu daa fazlasınna?”

      Çerçeveyi dikkatle yerine bıraktı ve gözlerini etrafta bir daha gezdirdi. Her yer sessizlik içinde. Ne insan var, ne de herhangi başka bir canlı. Sırt çantası burada olmasına göre Çeşmeci neredeydi acaba? Bostancı ailesine sorması gerekecek. Onlar bahçeyi hayli zamandan beri insansız bırakmıyorlardı ve bu üç gün içinde çeşme etrafında yabancı bir kimsenin gezinmekte olduğunu fark etmeden olamazlardı.

      Dürbünü açtı ve karavana doğru yöneltti. Kapısı ardına kadar açıktı, fakat etrafında herhangi bir canlılık görünmüyordu. Bostancı herhalde hep daha derin uykuda, fakat karısı kalkmıştır ve şimdi yine bahçe içinde bir yerde herhangi bir işle meşguldür diye düşündü ve dürbünü bahçe üzerinde gezdirdi. Orada da herhangi bir hareket göremedi. Çok çok düşünmeden yukarıya, karavana giden patikayı tuttu. Bahçe kapısına kırk elli adım kaldığında durdu ve etrafı gözleriyle bir daha süzdü. Karavan kapısı hakikaten de ardına kadar açıktı, fakat içinde de, dışında da ne ses vardı, ne de herhangi bir hareket. Elma ağaçları arasında da herhangi bir canlılık görünmüyordu.

      Bahçenin giriş kapısına geldiğinde tekrar durdu. Kapının rezesi takılıydı, fakat kilitli değildi. Yani bahçe insansız değildi. Birkaç birkaç öksürdü ve seslendi:

      “Eey! Buralarda hiçbir kimse yok mu?”

      Cevap veren olmadı. Bu defa daha yüksek sesle çağırdı:

      “Bostancılaar! Neredesiniiiiz? Kaave içmee geliyoruuum!”

      Yine cevap veren olmayınca kendi kendine konuştu:

      “Galiba Bostancı da, eşi de bahçenin öte ucuna gitmişler ve şimdi herhangi bir işle uuraşmaktadırlar.”

      Kapıyı aralayarak girdi. Karavan önüne vardığında durdu ve açık kapıdan içeriye bir göz attı. Atmasıyla da geri çekilmesi bir oldu. Yatak üzerinde kadın ve erkek sarmaş dolaş olmuşlar, derin uykudaydılar. Bu sıcak havada yorgan yerine istifade ettikleri çarşafın bir kısmı yere kaymış ve şimdi ikisi de yarı açık yatıyorlardı. Mehmet dayı hemen kendi kendine çıkıştı:

      “Töbe, töbe! Günaha giriyorum. Bu yaşta elalemin yatak odasına göz atmak ne haddime! Sabahın bu erken saatinde buraya ne akılla geldiisem!? Kapı açıksa açık. İnsanlar herhalde gene geç vakıte kadar çalıştılar ve kim bilir ne kadar çok yoruldular. Evleri diil mi, istedikleri gibi ve istedikleri kadar yatarlar, istedikleri gibi dinlenirler! Çaarılmayan yere gitmek, elalemin evine burnunu uzatmak olur mu be adam!”

      Kendi kendine hem patırdandı, hem de parmak ucuna basarak bahçe kapısına doğru mümkün olduğu kadar daha çabuk uzaklaşmaya baktı. Bahçeden çıkar çıkmaz ise becerebildiği kadar büyük adımlar atarak birkaç dakika sonra kendini çeşme başında buldu. Büyük bir kabahat işlemiş ve ne yapacağını bilemeyen bir çocuk gibiydi bu anda. Gitti, çeşme üstündeki kaya üzerine oturdu. Derin derin nefes aldı. Heyecandan titreyen elleriyle cebinden tütün kesesini çıkararak kalın bir sigara sardı ve acı acı dumanlattı.

      Ta ikinci sigaradan sonra sakinleşir gibi oldu ve az önce görmüş olduğu durum ve onun neticesi kafasında beliren düşüncüleri bir yoluna koymaya çalıştı:

      “On beş-on altı saat, bazen daha da fazla yorucu işten sonra insan yatar yatmaz uykuya dalabilir. Bu sıcaklarda ve hiçbir canlı bulunmayan bu yerde kapıyı kapamak ve de gerektii gibi örtünmek aklına gelmez… Hazır olan ürünü pazara ulaştırabilmek için karı koca durmadan, hani bir laf var, geceli gündüzlü çalışıyorlar. Her dört-beş günde sekiz-on ton karpuz ve kavun topla, bahçe kenarına çıkar, kamyona yükle… İnsan demirden de olsa dayanamaz, yorulur. Yorulduunda ise yatar yatmaz uykuya dalar. Bu yaz sıcaklarında herhangi bir şeyle örtünmee de canı istemez… Lakin… Bostancının o külüstür kamyonu nerede?!.. O neden görünürleerde yok!? Buraya gelen yol boyunda bir yerde arızalanmış olsaydı, bu sabah gelirken ona rasgeleceedim! Kamyon burada yoksa demek ki, o kendisi de… yok! O burda olmadıına göre … yataktaki o erkek kim!?.. Yani?!… Ah Bostancı, Bostancı!.. Daima dümen başındasın, daima yolda beldesin! Dur otur ne demek bilmiyorsun! Kendini öldüresiye çalışıyorsun! Sakin sakin nefes almak için bile vakit bulmuyorsun! Günlerce bir komşuyla durup iki söz etmee zaman ayırmıyorsun. Yazın ya bahçedeki işle boğuşup duruyorsun, ya da o kasabaya, bu kasabaya karpuz, kavun ve elma satmaya koşuyosun. Kış ayları geldiinde yine dur otur ne demek bilmiyorsun. Yük arabası ile çeşitli şirketlere taşıt hizmetleri yapmakla meşgul oluyorsun. Hem de hep uzak kasabalara gidiyorsun. İş, iş, iş! Ne bir kimseyle bir kahve veyahut çay içersin, ne de gül gibi güzel ve gencecik karına dikkat ayırırsın! Hiçbir yerde taşıt işi bulamadıında ise hemen o eski kamyonun orasını burasını kurcalamaa, tamir etmee başlarsın… Bostancı, Bostancı, bu kadına hiç mi vakit ve dikkat ayırmayacaksın? Sen hep öyle iş ve para peşinde koşarken bu genç kadın bu kuş uçmayan kervan geçmeyen diyarda ne yapmasını beklersin!..”

      Kır bekçisi Bostancıyı bu şekilde azarlamaya devam edip durdu. Azarlayıp dururken de cebindeki telefon ansızın titremeye başladı. Belinler gibi oldu. Cihazı acele acele çıkarıp açtı ve aynı anda muhtarın sesi kulağında gürledi:

      “Kahveci Veli bu sabah her şeyi anlattı! Bu anda nerede bulunuyorsun? Hep daha Kayacık Çeşmesine ulaşamadın mı?”

      “…Çeşmeye dooru inen patikanın başındayım. Üç yüz adım yolum kaldı kalmadı.”

      “Haydi, aç şu pergeli az daha! Orada burada oyalanıp durma! Çeşme başına varır varmaz ve bir şeyler öğrenir öğrenmez bana haber et!”

      Muhtar telefonu kapadığında Mehmet dayının mecali kalmamış gibiydi. Derin derin göğüs geçirdi, ufladı, pufladı. Ne diyeceğini, ne edeceğini bilemediği için muhtara küçük bir yalan söylemeye mecbur kalmıştı. Acele bir şeyler düşünmeliydi. Yoksa çok gitmeyecek, muhtar onu tekrar rahatsız edecekti!

      Gerçekten de az sonra telefon yine çaldı. Yine muhtar ve yine ayni soru. Hep daha herhangi bir karara varamadığı için bu defa da yalan söylemek mecburiyetinde kaldı:

      “Telaş edecek hiçbi şey yok muhtar efendi. Adam çeşmenin yanı başındaki cevizin altında uyku tulumu içinde sakin sakin uyumakta.”

      “Bırak uyusun! Lakin uyandığında telefonu hemen ona ver! Sesini nasıl nice işitmek istiyorum. Anladın mı?”

      “Anladım.”

      “Anladın, fakat son zamanlarda söylediğim sözlerin bazılarını unutmaya başladın!”

      Muhtar, bununla Mimar Behçetin köye gelmesinin birinci akşamında Kahveci Velinin yanında sohbet ederken söylediği sözleri kastediyordu. O zaman diğerlerinin önünde onu sıkı sıkı tenbihlemişti:

      “Mehmet ağabey, yarından itibaren her gün sabahtan akşama kadar misafiri bir dakika bile yalnız bırakmıyorsun! Her nereye isterse götürüyorsun, her arzusunu yerine getirmede ona yardımcı oluyorsun! Halledemediğin sorunlar çıktığında benden yardım arıyorsun! Adam köyümüz için koskocaman bir kitap yazmak niyetine girmiş ve bunun için ta başkentten kalkarak ayağımıza gelmiş! Ona sadece yardım etmekle kalmamalıyız, elini ve ayağını bile öpmeliyiz! Anladın mı!”

      Muhtar şimdi ona işte bu sözleri