Yakup İsmail

Göllerköy Çeşmeleri


Скачать книгу

hiç kötü olmayacaktı. Hava sıcak ve sakin, yağmur tehlikesi yok. En iyisi sırt çantasından eksik etmediği uyku tulumunu çıkarıp onun içine sokulmalı ve bugünkü yorgunluktan sonra temiz havada tatlı bir uyku çıkarmalıydı. Sabah olunca ise erken erken yine sehpa başına geçecek ve tablo üzerinde çalışmaya vakit kaybetmeden devam edebilecekti.

      Bu sabah yola çıkarken ne olur ne olmaz diyerek sırt çantasının cebine bir kahvaltı paketi yerleştirmişti. İşte o paket şimdi ona çok iyi iş bitirecekti.

      Paketi almak için sırt çantasının ağzını karanlıkta el yordamıyla çözmeye çalışırken elinin altında bir kâğıt hışırdadı. Lüzumsuz bir şey olduğunu düşünerek onu top yaptı ve tam bir tarafa atacaktı ki, durdu ve kâğıdı atmaktan vazgeçti. Birkaç saat önce resim takımlarını alırken yanında bulundurduğu evraklardan herhangi birini düşürmüş olabilirdi. Cep fenerinin ışığında kâğıdı düzeltti ve baktı. kendi evraklarından değildi. Öğrenci defterinden koparılmış ve üzerine tükenmezle ve iri harflerle bir şeyler yazılmıştı. Okudu:

      “Ceviz ağacı altında yatmak, hele de uyumak tehlikelidir. Nemli topraktan soğuk alır ve hastalanabilirsiniz.”

      Bu ne demek oluyordu? Geceyi ceviz altında geçireceğini az öncesine kadar o kendi de bilmiyordu. Kimdi bu öngörülü insan ki başına gelebilecek olan herhangi bir tehlike için onu uyarmak gereği duymuştu? En mühimi de bu kâğıdı sırt çantasının üzerine ne zaman bırakmıştı?

      Bu sorunların hiçbirine mantıklı cevap veremedi. Arkasını tekrar çantaya verdi, kahvaltı paketini açtı ve içinde olanı yudum yudum gevelemeye başladı.

      Şimdi sıra uyku tulumuna gelmişti. Sırt çantasından onu da çıkardı ve yere yazdı. Fakat içine girmeye acele etmedi. Uyku denen şey hep daha yanına gelmemişti. Uyku tulumunun üzerine uzandı ve kollarını başı altına kenetleyerek arka üstü yattı. Etrafı sarmış olan zifiri karanlık içinde gözlerini kapayarak hayallere daldı.

      Şimdi bir sigaracık olsa diye geçirdi aklından ve gülümsedi. Bu işten vazgeçeli üç ay oluyordu ve tekrar başlamaya imkânı olmasın diye yanında öyle bir şey bulundurmamaya kararlıydı. Sigarayı bir tarafa bırak, az önce içtiği kahveden daha bir fincan olsa… Her neyse, şimdi yaz gecelerinin en kısa dönemi, en çok altı saat sonra etraf yine aydınlanacak ve tablo üzerinde çalışmaya tekrar imkânı olacaktı. O zamana kadar iki saat bari uyuyabilirse ne âlâ.

      Gözlerini araladı. Üzerinde ceviz dalları büyük ve kara bir şemsiye gibiydi ve bu anda gök kubbedeki binlerce yıldızdan tek bir tanesini bile göremiyordu.

      Gözlerini tekrar kapadı ve uykusunun gelmesini sabırla bekledi.

      -5-

      Mimar Behçet Boyacıya altı gün devamınca kesintisiz refakat eden kır bekçisi akşam karanlığında lokantaya yalnız girdiğini görünce Kahveci Veli hayretle sordu:

      “Mehmet ağabey, Çeşmeci nerede?”

      O, kır bekçisi ve muhtar, Mimar Behçete aralarında “Çeşmeci” deyip geçiyorlardı. Mehmet dayı ona dik dik baktı ve daha büyük hayretle sordu:

      “Buraya gelmedi mi?!”

      “Gördüğün gibi!?”

      Mehmet dayı misafirle nerede ve niçin ayrıldıklarını iğneden ipliğe kadar anlatmayı daha bitirmemişti ki, Kahveci Veli donuk sesle kestirip attı:

      “Onu yalnız bırakmamalıydın. Adam buranın yabancısı. Ne yol biliyor, ne de bel!”

      “O tepegöz çobanı yola getirdiimde gün aşıyordu. Çeşmeci, Kayacıkta işini bitirip çoktan köye dönmüştür diye düşündüm ve oraya gitmekten vazgeçtim. Orda akşamlara kadar oyalanacaa hiç aklıma gelmedi.”

      “Madem onu oradan alacağını vadetmişsin, gitmeliydin! Adam sözü söz biliyor ve şimdi çeşme başına oturmuş ve seni bekleyip duruyordur.”

      İkisi birlikte taraçada misafir bir taraftan çıkıp gelir umuduyla geç vakitlere kadar oturdular. Gece yarısı yaklaştığında gelmeyeceği, bu defa hakikaten de geceyi kırda bayırda geçireceği neticesine vardılar ve kalktılar. Kaba-hatlı olduğunu hissetmeye başlamış olan kır bekçisi daha fazla kendini sakinleştirmeye çalışaraktan konuştu:

      “Havalar ii gidiyor. Yağmur için korku yok. Misafir, tecrübeli bir turist olduunu ve kırlarda sık sık gecelediini gelmesinin daa birinci akşamında uzun uzun annattı diil mi. Bizim köy topraklaanda da bir defacık bari kırda gecelemeyi arzu etmiş herhalde.”

      “Köye nasıl nice dönmek istediyse ve yolu şaşırarak başka yöne gittiyse kötü olacak. Kocakoru adı üstünde çok büyük bir orman. İçine daldığında ve ciheti şaşırdığında nereye varacağın, hangi köye çıkacağın belli değil…”

      “Çocuk diil ki, kaybolsun.” dedi kır bekçisi, fakat sesi o kadar kati değildi.

      Behçet Boyacı ertesi akşam da köye dönmeyince Kahveci Veli iyice telâşlandı. Lokanta önündeki taraçada onu yine gece yarılarına kadar bekledi. Eve gidip uykuya yattığında da üç dört defa uyandı ve her uyandığında ev önünde ayak sesleri var gibisine geliyordu. Sabaha güç halle çıktı. Etraf aydınlanır aydınlanmaz kendini lokantaya attı. İki kahve hazırladı ve taraçaya oturarak sokağı gözlemeye koyuldu.

      Her sabah ilk müşterilerisi olan kır bekçisi en nihayet Yukarı Mahalleden gelen sokakta belirdi. Yemek torbasını, dürbünü ve şimdi mavzer yerine taşıdığı kızılcık dalından yapma değneği omuzuna vurmuş, sakin sakin yürüyordu. Veli onun sabah kahvesi için lokantaya uğramadan hiçbir yere gitmeyeceğini biliyordu ya, yine de sabredemedi ve onu beklediğini hatırlatmak için elini kaldırmadan olamadı. Yanına geldiğinde selâm vermesini bile beklemeden içindeki telaşı açıkladı:

      “Mehmet ağabey, bizim Çeşmeci bu gece de gelmedi!”

      Kır bekçisi bu defa iyice şaşkınlığa uğradı:

      “Ööle mi?! Bunun çok ciddi bir sebebi olmalı! Önceki akşam arkasından indirmedii sırt çantsında devamlı uyku tulumu bulundururmuş dedik ve herhangi bir aaç altında geceleyecek diye birbirimizi sakinleştirdik. Fakat dünkü yaamurdan sonra tekrar kırda bayırda kalması… Başka çeşmelerin başında iki saatte hallettiği vazifeyi Kayacık Çeşmesinde iki günde de mi bitiremedi?”

      “Yolu şaşırarak komşu köylerden birine doğru uzaklaştıysa…”

      “Ne bileem Veli?.. Kocakoruya girdiimizde, hele bulutlu havada yürüyeceemiz istikameti biz de bazen şaşırdıımız oluyor. Buranın yabancısına ne kalmış. Ben de gerektii gibi düşünemedim. Daha doorusu budalalık ettim. Daha dün sabaa Kayacık Çeşmesine giden yolu tutmalıydım ve hiç olmazsa geceyi nerde ve nasıl geçirdiini öörenmeliydim. Hastalandıysa veyaut başa gelmesin, yaamurdan sonra çamurlu yolda kayıp düşerek sakatlandıysa, şimdi herhangi bir yerde mecalsizce yatıp duruyordur.”

      “Sen derhal Kayacık semtine git ve onu ara!”

      “Kaaveyi içer içmez yola revan olacaam! Bir şeycikler öörenir öörenmez telefon açıp muutara haber edeceem!”

      Mehmet dayı başka defa içmesini yarım saatten fazla uzattığı kahveyi bu defa üç dört yudumda bitirdi ve kızılcık değneğini koltuğuna kıstırarak Kayacık Çeşmesinin yolunu tuttu. Köyden çıkar çıkmaz adımlarını sıklaştırdı. Herhangi bir zararcı yok mu diye dürbünle veya dürbün-süz yakınlara ve uzaklara göz atmak için durmak şimdi aklının işi değildi. Biricik amacı Kayacık Çeşmesine mümkün olduğu kadar daha çabuk yetişmekti.

      Bir saat sonra Kayanın başındaydı. Çeşme yanına inen patikayı tutmazdan önce durdu, gözleri önüne serilmiş