Yakup İsmail

Göllerköy Çeşmeleri


Скачать книгу

Kayacık Çeşmesine götürecek. Her ne kadar da yavaş yürüsen, bir saat sonra ordasın. Ben o çobanla annaştıktan sona oraya gelecem ve köye birlikte dönecez.”

      Mimar Behçet kır bekçisinin tarif ettiği gibi dere boyunca bir saat yürüdükten sonra durdu ve etrafı dikkatle gözden geçirdi. Ne yakında, ne de uzakta tek bir canlı görünmüyordu ve her yer derin bir sessizlik içindeydi. Sadece yanı başındaki dereden akan suyun kulakları okşayan şırıltısı işitiliyordu arada bir.

      Yürümeye devam etti. Beş-altı yüz adım sonra bir daha durdu. Şimdi kulağına hafif de olsa bir uğultu geliyordu. Etrafına devamlı bakındı, fakat sesin nereden geldiğini bir türlü anlayamadı. Tekrar yürüdü. Az sonra derenin küçük bir kıvrıntısına geldiğinde uğultu birdenbire arttı. Adımlarını sıklaştırdı ve kıvrıntıdan çıkar çıkmaz üç yüz adım ileride beklediğinden çok daha büyük bir çeşme göründü gözlerine. Olduğu yerde dikildi kaldı. Gözlerine inanamıyordu. Kemerinin uzunluğu en az yirmi beş adım vardı ve suyun şarıltısı kulakları sağır edecek gibi kuvvetliydi.

      Adımlarını sıklaştırdı ve üç dakika sonra çeşme yanındaydı. Yirmi-yirmi beş adım önüne geçip dikildi ve görüntüyü ilgiyle seyretmeye koyuldu.

      Demek ki Kayacık Çeşmesi dedikleri işte buydu!

      Şimdiye kadar gördüğü çeşmelerin hepsinden çok daha büyüktü. Mimarisi de diğerlerinden farklıydı. İki sütunluydu ve her sütunun altında ikişer kurna vardı. Beşincisi yanı başında bulunuyordu ve ayrı bir yalağa akıyordu. Kurnaların her birinden akan su insan kolundan daha kalındı. Kemerin ve sütunların inşa edildiği taşların rengi maviye çalıyordu ve diğer çeşmelerin taşlarına kıyasen daha büyük bir ustalıkla işlenmişti. Sayısı on sekiz ve her biri büyük bir taştan oyulmuş olan yalaklar berrak ve buz gibi soğuk su ile dolup taşıyordu. Çeşmenin arkasında yüksekliği on beş insan boyu ve uzunluğu yüz metreden fazla bir kaya muazzam bir duvar gibi yükseliyordu. Herhalde su onun altından geliyordu ve adını da ondan almıştı.

      Çeşmenin sol tarafında muazzam, dalları dört bir tarafa dağılmış ve gölgesi çok koyu bir ceviz ağacı yükseliyordu. Gitti, sırt çantasını onun altına bıraktı. Fotoğraf makinesini çıkardı ve tekrar çeşmenin önüne geçti. İleri geri, sağa sola hayli gezindi. Her nereden baksa, çeşme ilginçten daha ilginç görünüyordu. Nihayet makineyi çalıştırdı.

      Belki on beş, belki yirmi resim yaptı ve çeşme kemerinin yanına gitti. Büyük bir hünerle yontulmuş taşları, yalakları, kurnaları, iki tarafındaki iki sütunu dikkatle izledi. Kim veyahut kimler tarafından, ne zaman ve ne münasebetle inşa edildiğini, kimin hatırasına ithaf edildiğini bildiren herhangi bir işaret aradı. Bulamadı.

      Çeşmenin tam karşısında, otuz adım ötelerde büyücek bir taş vardı. Gitti onun üzerine oturdu ve çeşmenin krokisini acele etmeden, özene bezene çizdi. Yani her gittiği yerde olduğu gibi burada da gerekeni yapmış, önüne koyduğu vazifeyi gerektiği gibi icra etmişti. Buna rağmen taşın üzerinden kalkmaya acele etmedi. Tarif edilemeyecek kadar bol sulu çeşme, arkasında yükselen o büyük kaya, dallarını dört bir tarafa uzatmış olan ulu ceviz… Buradan bir türlü ayrılacağı gelmiyordu. Zaten acele de etmiyordu. Hem altı gün önce önüne koymuş olduğu vazifeyi en nihayet başarıyla sona erdirmişti hem de onu köye götürecek olan yolu bilmiyordu. Yani kır bekçisinin buraya gelmesini nasıl nice beklemesi gerekiyordu.

      Sakin sakin otururken ve önündeki büyüleyici görüntüyü ilgiyle izlerken zihninde beklenmedik bir düşünce oluştu: Çeşmeyi ve etrafını içeren bir tablo resmetse çok iyi olacaktı!

      Gitti, sırt çantasından resmetmek için gereken araçı gereçi çıkardı ve tekrar az önce oturduğu taşın yanına döndü. Önüne sehpayı, tuvali, fırçaları ve boyaları dizdi. Çeşmeyi daha birkaç dakika seyretti, düşündü ve tuvale ilk boyayı kondurdu. Sonra da fırçayı maharetle oynatmaya başladı.

      Dikkatle ve heyecanla bir saatten fazla çalışmıştı ki, sehpanın üzeri gölgelendiği dikkatini çekti. Güneş artık ya arkasındaki bel üzerinde bulunan ağaçların ardına gizleniyor, ya da bulut ardına giriyor diye geçti aklından ve dönüp baktı. Üç adım ırağına güneş ışınlarının tam uğruna bir kadın dikilmiş, çalışmasını ilgiyle izliyordu. Sessizce önüne döndü ve resim işine sakince devam etti.

      Kadın az daha seyretti ve hayranlıkla dolu sesle konuştu:

      “Levhanız bir fotoğraftan çok daha ayan ve ifadeli oluyor!”

      Mimar Behçet cevap vermeye gerek görmedi. Hem amatör ressamdı hem de daha işinin başlangıcındaydı. Henüz başladığı tablonun ne kadar başarılı olacağını söylemek için daha çok erkendi.

      Hayli çalıştıktan sonra durdu. Hem biraz dinlenmekten hem de karşısındaki manzarayı tekrar izlemekten gerek duymuştu. Çeşmeyi ve etrafını dikkatle izlerken arkasında yaklaşmakta olan ayak sesleri çalındı kulağına. Tekrar dönüp baktı. Yanından ne zaman ayrıldığının farkına varamadığı kadın geliyordu. Yanına sokuldu, yassı bir taşın üzerine kahve dolu büyücek bir fincan bıraktı ve sakin sakin konuştu:

      “Çok büyük bir dikkat ve gerginlikle çalışıyorsunuz. Kahveden ihtiyacınız vardır diye geçti aklımdan.”

      “Teşekkür ederim.” Diye cevap verdi Mimar Behçet ve fırça ile paleti tekrar eline aldı. Tablonun en önemli yerlerini tuval üzerine aksettirmeye acele ediyordu. Az sonra etraf hakikaten de gölgelenmeye, belli belirsiz de olsa karanlık çökmeye başlayacak ve çalışamaz olacaktı. “Vakit nakit!” diye geçirdi aklından. Fakat kahvenin hoş kokusu genizlerine vurunca daha fazla sabredemedi, boyaya değmemiş olan sol eliyle fincanı kaldırdı ve büyücek bir yudum aldı. Az sonra bir yudum daha… Ta üçüncü yudumdan sonra alçak sesle konuşmak lütfunda bulundu:

      “Kahve çok iyi olmuş ve tam zamanında yetiştirdiniz. Bugünkü yorgunluğuma merhem gibi geldi. Bir daha teşekkür ederim!”

      Cevap almayınca dönüp baktı. Kadın bilinmeyen bir yerden ansızın çıkıp geldiği gibi yine ansızın kaybomuştu. Çalışmasına aynı dikkat ve ihtirasla devam etti.

      Resim işine kendini o kadar aldırmıştı ki güneş arka taraftaki belin ardına ne zaman gizlendi, karanlık etrafa ne zaman çökmeye başladı, farkında değildi. Ta renkler birbirine karışmaya başladığında durdu. Derin derin nefes aldı ve etrafı tekrar izlemeye koyuldu. Alaca karanlık, kurnalardan akan suyun şarıltısı, çeşmenin üzerine muazzam bir akbaba gibi kanat geren o emsalsiz kaya, onun bunca uzaktan gelip tarifi mümkünsüz bir yerde, tarif edilmez bir anda yalnız başına oturması ve karınca kaderince ressamlık tarslaması…

      Bir neden sonra dalgınlıktan çıktı, şunuyu bunuyu topladı ve ceviz altına götürdü. Çeşme başına döndü ve elini yüzünü soğuk su ile devamlı bir şekilde yıkadı. Tekrar ceviz altına döndü ve arkasını ağacın beline dayalı duran sırt çantasına vererek oturdu. Altı gün öncesi başladığı iş en nihayet başarıyla sona ermişti. Şimdi Göllerköyün bütün çeşmeleri ve su kuyuları için elinde birçok resim ve kroki vardı. Başarıyla hallettiği işten doğan memnuniyet ifadesi çehresinden inmek bilmiyordu. Hep daha sadece başlangıçta bulunan ve hayli başarılı olacağını umut ettiği tablo da buna ilave edilince… Ellerini memnuniyetle ve devamlı bir şekilde oğuşturdu durdu. Ta şimdi bugün yakıcı orak sıcağı altında geçtiği yolun ve sehpa önünde saatlerce gergin çalışmanın yarattığı yorgunluğu hissetmeye başladı.

      Karanlık dakika dakika değil, saniye saniye koyulaşıyordu. Kır bekçisi o belacı çobanla kafa tuttuktan sonra buraya geleceğini ve köye birlikte döneceklerini vadetmişti, lâkin herhangi bir sebep yüzünden gelemedi işte… Köy hangi