bu köyde, ailesine bir düzen kurmuş, köyde saygın bir yer edinmişti.
Kemal, o dönemde iki üç haftada bir, hafta sonları Geçit-kale’ye gider, ailesi ile görüşürdü.
Rahmetli babası çok beklemedi. Çalışmaya başlamasının üzerinden iki yıl geçip de oğlundan evlenme isteği gelmeyince, mırıldanmaya başladı. Ona göre yirmi altı yaşına gelmiş biri, hele bir de işi varsa evlenmeli idi. Babası, bu konudaki üzüntüsünü oğluna birkaç kez dolaylı olarak aktardı. Üzüntüsünü karısına söylüyor, o da bunu Kemal’e aktarıyordu. Annesi, arada kendi üzüntüsünü eklemeyi de unutmuyordu.
Kemal, annesini dinliyor, “günü gelir be ana” deyip işin içinden çıkıyordu.
Kemal’in babası tam bir Osmanlı idi. Çevresinde çok sevilip, sayılan; doğru, mert, yürekli, yiğit bir kişiliği vardı. Evde yüzü çok az gülerdi. Karısına yüz göstermez, özellikle çocukları ya da başkaları önünde konuşmazdı bile; ancak gece yatağa girdikten sonra onunla uzun uzun konuşurdu. Kemal, doğup büyüdüğü köy evinin o uzun hanayında, uykusu kaçtığı kaç geceler onların konuşmalarını dinlemişti. Pek anlamazdı konuştuklarını. Çok yavaş sesle fısıltı halinde konuşurlardı.
Babası çocukları ile de pek konuşmazdı. Kemal’e ya da kardeşlerine bir şey söylemek istediği zaman annelerine söyler, o da onlara aktarırdı.
Evlenme işi de uzunca bir süre böyle konuşuldu. Köye gittiği bir Cumartesi gecesi, yemekten sonra babası, doğrudan doğruya kendisine açtı konuyu. Yaşı geçiyordu, evlenmeliydi diyordu babası. Kemal o gece, babasını dinlemiş ve sanki yıllardır annesi ile bu konuyu konuşmak istemeyen kendisi değilmiş gibi hiçbir direnç göstermeden “peki baba” deyivermişti.
Bunun üzerine babası, “oğlum; düşündüğün biri var mı” diye sormuştu.
Kemal “yok” derken derin bir acı duymuştu. Ne var ki yapacak hiçbir şeyi yoktu. Nerede olduğu, yaşadığı bile belirsiz birini seviyorum diyemezdi ya babasına!
Kemal’in “yok” yanıtı, babasını sevindirmişti. Apaçık belli etmişti bunu. Annesi ise her zamanki iyimserliğiyle aile içindeki bir sorunun çözüm yoluna girmesinden dolayı mutlu olmuştu.
Ondan sonrası kolay oldu. Ana-babanın, Kemal’e “uygun” bir kız bulması konusunda anlaştılar. Kemal hiçbir şeye karşı çıkmadı.
Çok geçmedi. Yine köye gittiği bir cumartesi akşamı yemekten sonra babası, “sana bir kız bulduk Kemal” dedi.
Kemal’in yanıtı yalnızca “iyi” oldu. Kızın kim olduğunu bile sormadı. O sormadan annesi ile babası anlattılar hangi kızı beğendiklerini. Ayşe idi bu kız. Komşuları sayılırdı. Bir sokak ötede otururlardı. Bir yıl önce liseyi bitirmişti. Kemal o güne kadar ona alıcı gözü ile bakmamıştı. Zaman zaman karşılaştıklarında selamlaşmadan öte bir ilişkileri de olmamıştı.
Kemal “peki baba, siz bildiğiniz gibi yapın” diyerek onayını bildirdi.
Sonrası uzun sürmedi. Ayşe ailesinden istendi. Ayşe’nin ailesi, geleneksel kız ailesi gibi davranarak süre istedi. Sonunda “evet” dediler. Önce aileler arasında nişan töreni yapıldı. Yenildi içildi. Arkasından nikâh kıyıldı. Altı ay geçmeden de evlendiler.
Kemal’in, Lefkoşa’da kaldığı bekâr odasından ayrılıp başka bir ev bulması kolay olmadı. O günlerde Lefkoşa’da ev bulmak sorundu. Evlerin arkasına garaj bölümü olarak yapılan kısımlar bile, ayrı ev olarak kiraya verilirdi. Nitekim Kemal, ancak böyle bir ev bulabildi. Buna bile memnun oldular. Her ne kadar bu garaj bölümlerinin, bazı zengin ailelerce, hizmetçi bölümü olarak kullanıldığını öğrenince bozuldularsa da yapacak başka şeyleri yoktu.
Evlilikleri böyle başladı. Sıradan bir evlilikti.
Ayşe, sessiz, az konuşan, saygılı, ağırbaşlı bir kızdı. Hanım hanımcık dedikleri cinstendi. Orta boylu, ince yapılı, düzgün vücutlu; bal rengi gözleri, kahverengi saçları ile güzeldi. Her zaman bakımlı idi. Güzel ve uyumlu giyinirdi. Kulağa hoş gelen yumuşacık, tatlı bir sesi vardı. Aslında, daha evlenmeden önce Kemal’i içten içe seviyordu. Evlenince Kemal’e büyük yakınlık gösterdi; onu sevdi, hem de tapacak kadar.
Kemal ise oralı bile olmadı. Bu evlilik, yüreğinin derinliklerdeki sızıyı dindiremedi. Ayşe’ye yakınlık duymadı. Anlayış bile göstermedi. Ona karşı davranışlarında sevgi değil, görev duygusu egemen oldu. Onu kırmamaya çalışıyor; ancak karısı olarak mutlu etmek için çaba göstermiyordu.
Evliliklerinin başında Ayşe çalışmak istedi. O yıllarda durmadan yeni daireler kuruluyor, bu dairelere personel alınıyordu. Kemal kabul etmedi. Ona göre kadın evde oturmalı idi. Bir yıl sonra kızları Yasemin doğunca, çalışma konusu bir daha konuşulmadı. Lefkoşa’da, çocuklarına bakacak kimseleri yoktu.
1974 Barış Harekâtı sırasında kızlarını yitirdiler. Rum tarafından atılan bir havan mermisi, parça parça etti küçücük yavrularını!
Kemal, savaş başlar başlamaz cepheye koşmuştu; kardeşleri Mehmet’le Mustafa da böyle! Gitmeden önce Mehmet’le Mustafa, karıları ile oğullarını Kemal’in evine getirmişlerdi. Kızkardeşi Sıdıka da, o sıralarda okul kapalı olduğu için bir süreden beri onlarla birlikte Lefkoşa’da kalıyordu. Böylece Kemal’in evi bayağı kalabalıklaşmıştı. Savaş sürerken böyle toplu olmak istemişlerdi. Hem erkekler cephede daha rahat olurdu; hem de hanımlar birlikte dayanışarak çocuklara daha iyi bakarlardı.
Hesapları tutmadı. Savaşın üçüncü günü, Yasemin bir ara kimse fark etmeden bahçeye çıktı ve ne olduysa o arada oldu. Rum tarafından atılan bir havan mermisi bahçede patlamış; Yasemin’i parça parça etmişti. Üç yaşını yeni doldurmuştu Yasemin.
Kemal hiç affetmedi Ayşe’yi. Kızının ölümünden onu sorumlu tuttu. Savaş sürerken onu tek başına bahçeye bırakmasını korkunç bir hata olarak niteledi. Zaten pek sıcak olmayan ilişkileri daha da soğudu. Yıllarca Ayşe’ye yaklaşmadı.
Bu olaydan sonra Kemal kendisini işine verdi. Boş vakitlerini üye olduğu spor kulübünde geçirmeye başladı. Çoğu kez akşam yemeğine bile eve gelmiyordu. Kulüp işlerine kendini o denli verdi ki onu önce yönetim kuruluna seçtiler, sonra da yönetim kuruluna başkan yaptılar. İşinde de sürekli yükseliyordu.
Yıllar geçti böyle. Beş yıl önce, kızlarının ölümünden sekiz yıl sonra, bir oğulları oldu. Adını Doğuş koydular. Bu olay bile Kemal’in Ayşe’ye karşı duyduğu kırgınlığı, kızgınlığı gidermedi. Oğlunu çok sevmesine karşın, onun anası olan Ayşe’ye karşı yumuşamadı.
Yaşamları, ülke düzeyine göre kötü sayılmazdı. Kemal toplumda saygın bir yer edinmişti. Evleri de olmuştu. Bunca yıl kiracı olarak üç değişik evde yaşadıktan sonra, geçenlerde bir sosyal konuta taşındılar. Büyük değil, küçük, derli toplu bir evdi, ama kendilerinindi. Daha önce kira olarak verdikleri parayı şimdi kendi evlerine taksit olarak veriyorlardı.
Kemal yine kendini işine veriyor, boş vakitlerini kulüp işleri ile dolduruyordu. Başarılı bir başkandı. Hafta sonları bile, karşılaşmalar dolayısıyla evde pek durmuyordu. Evde olabildiği zamanlarda ya oğlu ile ilgileniyor, ya okuyor, ya da televizyon seyrediyordu. Ayşe’yle, ev içinde yalnız olduklarında bile iki yabancı gibiydiler.
Ayşe, yumuşak kişiliği doğrultusunda alınyazısına boyun eğdi. Kendisini çocuğuna, evine verdi. Kemal karşılık vermese de Ayşe ona karşı saygı gösteriyor, her şeyi ile ilgileniyordu. Kemal oralı bile değildi. Günlerce birbirleri ile tek sözcük konuşmadıkları bile oluyordu. Daha doğrusu Kemal