Bozkurt İsmail

Yusufçuklar Oldu Mu


Скачать книгу

kendi kendine kızdı. Yine de “ne yapabilirdim ki” diye geçirdi içinden.

      “Nasıl oldu oğlum bu iş?”

      “Bilmem, oldu işte!” Konuşmayı uzatmak istemedi: “Anne ben yatacağım biraz.”

      “Sen bilirsin oğlum. Ben yatağını hazırlayayım.”

      Üst kata çıktılar. Üst katta üç yatak odası ile bir banyo tuvalet vardı. Odalardan birini çocuklarından biri gelir diye her zaman hazır tutardı Faize. Ona girdiler.

      Kemal, annesinin hazırladığı yatağa yatmadan önce pencereleri açtı. Soyundu. Gri bir pantolon, kısa kollu mavi bir gömlek, siyah bağsız ayakkabı giyiyordu. İç çamaşırları ile o biçimde yatağa uzandı.

      Boğucu bir sıcak vardı. Havadaki nem oranı yüksekti. Yapış yapış ediyordu.

      Kemal sırtüstü uzandığı yatakta gözleri açık, uzun süre düşündü. Bir günde art arda yediği iki darbe sinir sistemini allak bullak etmişti.

      Annesinin söyledikleri ise tuz biber ekmişti. Ayşe’nin başka bir kişi ile kaçma olasılığı ona çok ağır gelmişti.

      Düşündü, taşındı. Ayşe’yi getirdi gözünün önüne. Olamazdı, Ayşe başka biri ile kaçamazdı. Gözü ile görse bile inanmazdı böyle bir şeye! “Annem de biliyor bunun böyle olduğunu. En kötü olasılığı düşünmesi, anneliğin abartılı kaygısından başka şey değil!”

      Bu konuda içi rahat etti. Ancak boğucu sıcak, cansıkıntısı, tambura teline dönmüş gergin sinirler, onu uzun süre uyutmadı. Sağa döndü, sola döndü, sonunda uyuyakaldı.

      II

      “Gözümün seğirmesinin nedeni belli oldu” diye söylendi Faize. “İyi geçinmedikleri belliydi.” Birkaç kez merdiveni çıkarak, Kemal’in yattığı odanın kapısına kadar gitti. Kulak vererek Kemal’in uyuyup uyumadığına baktı. Uyumadığını anladıkça huzursuzluğu arttı. En sonunda uyuduğundan emin olunca geri döndü. Uzunca bir süre Kemal’i, gelinini ve torununu düşündü. Sonra eline Lefkara işini alıp işlemeye başladı. Geçmişini yeniden yaşamaya başladı.

      Altmış üç yaşında idi. Kısa boylu ve zayıftı. Gençken çok güzel bir kadındı. Genç kızlığında, genç kadınlığında “Çerkez kızı” diye bilinirdi köyünde. Köyün Türk ve Rumlar’ı onu bu isimle tanırlardı. Koyu mavi gözleri, kızılımsı saçları, ak teni, düzgün burnu ile çarpıcı bir güzelliği vardı. Kendisini Çerkez kızı olarak nitelendirmeleri bundandı.

      On dokuz yaşında varmıştı kocasına. İlkokulu okumuş, evde oturuyordu. Kocası ise yirmi bir yaşında idi. Rüştiyede okumuştu. Çiftçilik yapan babasına yardım ediyordu.

      Evliliğinden bir yıl sonra, Faize yirmi yaşında iken, ilk oğlu Kemal doğdu. Ondan sonra ikişer yıllık düzenli aralarla ikinci oğlu Mehmet, üçüncü oğlu Mustafa, kızı Sıdıka; Sıdıka’dan dört yıl sonra küçük oğlu Taner doğdu.

      Faize, Taner’i anımsayınca kendi kendine güldü. Hoş bir çocuktu. Ortaokula yazılmaya gittiğinde, işlemini yapan öğretmen, başka şeyler yanında kardeşlerini de sormuş. Taner, adları ile birlikte yaşlarını da söylemiş. Kendi yaşını da söyleyince “oooo” demiş öğretmen, “baban sende düzeni bozdu. İki yıllık aralan dörde çıkardı.”

      Taner bu olayı anlattığında ne çok gülmüşlerdi. Rahmetli kocası bile, kahkaha ile gülmüştü.

      Taner’le birlikte bu olayı da anımsardı Faize.

      Kemal, Faize’nin kaynatasının adı idi. Geleneklere uygun olarak ilk oğullarına onun adını vermişlerdi. Daha doğrusu kocası vermişti. Kendisine söz hakkı düşmezdi bu konuda.

      Mehmet, kendi babasının adıydı. Kız doğmuş olsa idi kaynanasının adını taşıyacaktı. İlk çocukları erkek doğup kaynatasının adını alınca, ikinci oğullarına geleneklere göre kendi babasının adını vermeleri gerekirdi. Kocası bu geleneği uyguladı.

      Üçüncü oğlu Mustafa, rahmetli kardeşinin adını taşıyordu. Kardeşi genç yaşta bilinmeyen bir hastalıktan ölünce, Faize’ye hiçbir şey söylemeden kocası, hemen sonra doğan çocuklarına Mustafa adını taktı.

      Kızları doğunca, kocası ona kendi annesinin adı olan Sıdıka adını verdi.

      Son oğlu doğduğunda ise kocası, hiç düşünmeden adını Taner koydu. Oysa bu durumda geleneklere göre çocuğa, en büyük amcasının adını koyması beklenirdi. Taner adı yüzünden, kocası ile kardeşi arasında, uzunca süre bir soğukluk oldu. Bu soğukluk, 1963’te Türk-Rum savaşı başlayıncaya kadar sürdü. İki kardeş ancak ondan sonra, o zor günlerde barıştılar.

      Faize, tüm çocuklarını severdi. Ama ilk çocuğu, ilk gözağrısı Kemal’i diğerlerinden bir başka severdi. Yirmi yaşında, Kemal’ini kucağına aldığı ilk günü hiç unutmazdı. Onu o kadar çok severdi ki, yürümeye başladıktan sonra bile uzun süre kucağında taşıdı. Bir gün, çocuklu bir arkadaşı, “benim oğlum kâtip olacak” demişti kucağındaki oğlu için. O anda nasıl aklına gelmişse gelmiş, Faize de yanıt olarak “benim oğlum da şehbender olacak” demişti. Aslında şehbenderin ne olduğunu bilmezdi. Yalnızca büyüklerinin konuşmalarından çok büyük adam olduğunu anlıyordu. O günden sonra Kemal’in lakabı şehbender oldu çıktı. Kemal gerçi sonunda şehbender olmadı, ama Türkiye’de okudu ve büyük adam oldu. Onunla övünüyordu Faize.

      Kocası, yalnız Kemal’ini değil Mehmet’ini de, Mustafa’sını da okuttu. Onlar da ta Türkiye’ye kadar gidip okudular.

      Kızı yalnızca liseyi bitirdi. Kocası, kız çocuğuna bu kadar yeter dedi. “Olsun, yine dünyasını biliyor ya!”

      Küçük oğlu Taner ise okumadı gitti. Ortaokulu zor bitirdi. Suç, rahmetli kocasında idi. Rahmetli, diğer çocuklarına karşı sert davranmış, onları neredeyse zorla okutmuştu. Taner’e gelince onu şımartmış, her istediğini yapar olmuştu. Taner’in okuyamayacağını anlayınca ise iş işten geçmişti. Diğer oğulları, efendi olmuştu. Kızının kocası, marangozdu. Taner ise Londra’da yıllarca kaçak olarak orada burada bulaşık yıkamış, korku içinde oradan oraya kaçmıştı. Neyse ki sonunda orada doğan Kıbrıslı bir Türk kızı ile evlenerek İngiltere’de kalma hakkı kazanmıştı. Taner geçen yıl biletini göndermiş ve annesini Londra’ya çağırmıştı. Üç ay kalmıştı Faize Londra’da. Kebapçı dükkânı işletiyordu Taner. Ev, dükkânın üstünde idi. İyi para kazanıyordu, ama çok da işlerdi. Bol bol da para harcıyordu. Geçenlerde ikinci bir dükkân almış. Vimpi mi ne? İşte ondan. Bir keresinde Taner onu bir vimpiye götürmüştü Londra’da. Nasıl bir şey olduğunu biliyordu.

      1963 sonuna kadar Lefkara’da yaşadılar. Şöyle böyle geçiniyorlardı. Harnıplıkları, zeytinlikleri, bademlikleri, bir de bağları vardı. Kocası ayrıca, küçük bir bakkal dükkânı çalıştırıyordu. Kendisi de Lefkara işi yapıyordu. Bu konuda usta idi. Ünü vardı. Onun elinden çıkan Lefkara işleri kapış kapış edilirdi.

      1955’de EOKA ortaya çıkıncaya kadar oldukça huzurlu bir yaşam sürmüşlerdi. Ondan sonra hiç huzur yüzü görmediler. Bir ara kocası sık sık eve gelmemeye başladı. Başlangıçta kocasından kuşkulandı. Evliliklerinin ilk yıllarında bir cıra girmişti aralarına. O dönemde birçok erkeğin cıralarla ilişkisi vardı. Gençler de isagülleri ile dalga geçerdi hep. Neyse ki kocasının cıradan kurtulması uzun sürmedi. Kadın köyden çekip gitti. Sonradan öğrendiğine göre kadın o yerlere düşmüştü. Faize bu kez de benzer şeylerin olmasından korkuyordu. Kocası ile aralarında hır gür çıkmaya başladı. Sonuçta kocası