Gabbas Kabışulı

Gönlün Göklerinde


Скачать книгу

yılın sonbaharında SSCB halkları vekillerinin ilk kurulu toplanmıştı. Orada SSCB çapındaki, tüm Birlik düzeyindeki 8 (.) komite, Anvar Alimjanov’u Yüksek Kurul Başkanlığına sunmuştu. Diğer milletvekillerinden birine bile böyle güven duyulmamıştır. 29 Ekim günkü toplantıda Aneken, oy birliği ile SSCB Yüksek Kurulu Cumhuriyeti Kurulu Başkanlığına seçilmiştir. Oy kullanma hakkına sahip 131 vekilin 130’u tarafından desteklenmiştir. Sadece bir kişi desteklememiştir. Vatan evladı ve yazarın itibarı bu şekilde sınanmış ve büyük bir şerefe nail olmuştur. Boris Yeltsin, “Cumhurbaşkanı’nın Notları” adlı kitabında (1994 yılı) şöyle demiştir: “26 Aralık 1991 tarihinde üzerinde artık SSCB bayrağı dalgalanmayan Kremlin binasında Birlik Parlamentosu Üst Kanadı, SSCB’nin dağıldığına dair bir bildirge kabul etti. Üst Kanat Başkanı A. Alimjanov, kendilerinin milletvekillik ve vatandaşlık vazifelerini yerine getirdiklerini söyledi”.

      Daha sonraları arkadaşları Anvar’a: “Dünkü “halk düşmanı”nın oğlu işte SSCB’yi yıkıp hem babasının hem de babasıyla aynı kaderi paylaşanların intikamını aldı.”diye takılır olmuştu. Ben de bir gün:

      “Aneke gerçeği söyleyin, kararı onaylarken eliniz titremedi mi? İçinizde bir üzüntü belirmedi mi?”diye sordum.O, biraz düşünerek:

      “Hayır üzülmedim. Zaten ayakta zor durmuyor muydu? İmparatorluk dediğin, yapısı ve oluşumu ne olursa olsun uzun süre hâkimiyetini devam ettiremez, imparatorluklar halkın çıkarını gözetmeyen düzendir. Silah gücüne dayanan sömürgeci imparatorluklar ise daha da beterdir. Sovyet Hükümeti, eskiden bünyesinde bulunan ülkelerin topraklarını sömürmedi ancak halkın zihnini sömürdü. Bu ise sömürgenin en dehşet olanıdır.” diye cevap verdi.

      “Bağımsızlığı da elde ettik ya.”dedim.

      “Elde etmesine ettik. Neler kaybettiğimizi biliriz, ancak neler bulduğumuzu bilmeyiz. Önümüzde bizi bekleyen pek çok sıkıntı vardır, ne zaman düzene gireceğini Allah bilir. Sovyet Hükümeti’nin inşa ettiği 74 katlı evi bozmaya temelinden değil, çatısından başlama önerisini yaptım Gorbaçov’a. O, hiç tepki vermedi, belki de yönetim elinden çıkınca sağlam düşünme yetisini yitirmişti. Şimdi ise bu evin yerini yıkıntısından temizleme işinin ne kadar devam edeceği belli değildir” dedi Aneken…

      Kazakistan, bağımsızlığını elde eder etmez ülkesinin demokratik, hukuki devlet olmasını destekleyerek kalabalıklar önünde, radyo ve televizyonlarda akıcı bir şekilde konuşan, gazete ve dergilere yazılar yazıp koşturan Anvar, “Tağdırlastar (Aynı Kaderi Paylaşanlar)” adıyla bir belgesel hazırlamayı planlamıştı. “Kemerov Bölgesi Stalino Şehri’nde okurken Stas adlı bir oğlan bana düşman olmuştu ve ikimiz sık sık dövüşürdük. Ancak sonunda bir şekilde barıştık. Kendisi tamamen öksüzmüş. Benimle birlikte Taldıkorgan’a gelip evimizde biray kadar kaldı. Daha sonraları Semey’den gelen Lena adlı kızla tanıştı ve birbirlerini sevdiler. Ben, ikisini Semey’e yolcu ettim. Beş altı yıl iletişimimiz devam etti. Güzelim dünya gizemli değil mi… Denemelerime Stas ve Lena’dan başlamak isterdim.” demişti. Ancak bu isteğini yerine gertirme fırsatı bulamıyordu.

      1993 yılının Eylül ayı başlarında Aneken bana “Şu uzun hikâyeyi kaleme almıştım” diyerek “Poznaniye (İdrak)” hikâyesinin el yazması örneğini getirdi. Ben o sıralarda Yazarlar Birliği bünyesindeki Edebî Çeviri ve Edebî İlişkiler Kurulu başkanıydım. Yazarlar Birliği’ne bağlı olacak “Şabıt (İlham)” adında bir matbaa açacağız diye heyecanla koşturuyorduk. Ancak bu girişimimize ilk anlarda yetecek olan bir milyon somu bulup veren Birlik Başkanı Kaldarbek Naymanbayev, o kaynağı beklenmedik anda “telif hakları avansıdır” diye on dört “klasiğe” paylaştırınca elimiz boş kalmıştı. Kurulun kendisine ait az bir şey kaynağı vardı. Bu nedenle Aneken’e telif hakkı veremeyeceğimizi açıkça söyleyip:

      “Kaç adet bastırayım?” dedim.

      “Babacığım sen ne kadar bastırabilirsen, benim için önemli olanı basılmasıdır. Jazuvşı Yayınevi’nde bekleye bekleye sararmaya yüz tuttu” dedi.

      Hikâyesini eve getirip okudum. Ertesi gün telefon edip:

      “Aneke, küçücük Karlıgaş Köyü’nde nasıl büyüyüp yetiştiğinizi şimdi öğrendim, vay dünya vay.” dedim. Hem özgün eseri için duyduğum memnuniyeti hem de Aneken’in çocukluk yaşamının çok da sıkıntılı geçtiğinden dolayı duyduğum üzüntüyü gizleyemedim.

      “Kadere boyun eğmekten başka çare yoktur” sözlerini söyleyen atalarımız bilgeymiş” diye her zamanki gibi hızlı konuşmaya başladı. Yakında Sosyalist Partiler toplantısına katılmak ve tatil yapmak üzere Yunanistan’a gideceğini, döndükten sonra kendisinin başkanlık ettiği Sosyalist Parti’nin “Kazak Memleketi (Kazak Devleti) ve “Respublika (Cumhuriyet)” gazeteleri için çalışmaya başlayacağını belirtip yayın ve basın işlerinin gün geçtikçe daha da zorlaştığından dolayı duyduğu endişeyi dile getirdi.

      “Anekeciğim zorluklardan hangi birini söyleyelim, yeter ki başımız sağ olsun.” dedim.

      “Başka şeyleri düşünmemiz başımızın sağ olmasından ya. Bazen bir şeyler düşünme zahmetine kapılmayanlara imrenirim” diye güldü.

      Sanıyorum Aneken’i yormayan konu yoktu…

      O, denemelerini de, “İdrak” adlı uzun hikâyesini de tamamlayamayıp aramızdan erken ayrıldı…

      Yunanistan ziyaretinden ülkeye İstanbul üzerinden dönmüştü. Kötü hava şartlarından Almatı’ya uçmayı bir haftadan fazla beklemiş. Yunanistan’da rahatsızlanarak zor günler geçirmiş. Evine durumu kötü olarak döndü ve hastaneye kaldırıldı. Ondan uzun yıllar önce de Moskova’da “Volga” marka arabayla Domodedova Havaalanı’na gelirken yük aracı çarpmıştı. Kazadan sağ kurtulmuş, ancak kalça kemiği ve dört kaburgası kırılmıştı. Bu sefer eski rahatsızlıkları da etkisini göstererek durumu gitgide kötüleşti. Hâl hatır sormaya gittiğim günlerden birinde gazetelerin arasında yatan, daktilo ile yazılmış bir mektuba ilişti gözlerim. İzniyle alıp okuduktan sonra nedense: “Aneke, şu mektubu bana verir misiniz?” diyivermişim. Aneken bana bir dakika kadar ciddi bir yüzle baktıktan sonra: “Al, al” diyerek başını salladı.

      İşte o mektuptan alıntı:

      “Değerli Anvar.

      Senin ödenmemiş ne tür borcun olduğunu geçenlerde sözlü olarak söylemiştim, şimdi de insanların dikkatine getirmek için kâğıda geçirmeyi uygun buldum. Geri kalanını artık hissedersin.

      “Ölürsem, benim için başını balta altına tutan Anvar’ın cesaretinden, toprağım razı olacaktır”.

      Bu sözler Muhtar ağabeyimizin bundan 40 yıl önce Moskova Oteli’nde söylediği sözlerdir.

      Bu, Muhan’ın 1953 yılının ilkbaharında Kazakistan’ın geniş bozkırlarında küçücük canını koruyacak yer bulamayıp Moskova’ya kaçtığı zamanlar idi. O sıralarda beniş gezisi dolaysıyla Moskova’nın yanı başındaki Galitsino Tatil Evi’nde bulunuyordum. Bir gün Kaljan Nurmahanov telefon edip Muhan’ın Moskova’ya geldiği haberini iletmişti. (Kaljan, o dönemlerde SSCB Yazarlar Birliği’nde Kazak Edebiyati Danışmanı idi). “Muhan’ın morali nasıl, ülkemizde her şey yolunda mı?” soruma kızgın bir şekilde şu cevabı verdi: “Ülkemizde her şey yolunda olursa Kazakistan olur mu hiç? Muhan, kendisi pek bir şey anlatmıyor. Almatı’dan telefon hatlarıyla ilettilen fısıltılara göre beyefendi Almatı’yı hızlıca terk etmek zorunda kalmışa benziyor”. Onun bu söylediklerinin nasıl etkilediğini söylemek bile çok zordur.

      Ertesi gün sabahtan Moskova Oteli’ne