Gabbas Kabışulı

Gönlün Göklerinde


Скачать книгу

dertlerle karşı karşıya kalan insanları da: “Zaman bütün yaraları iyileştirir” diye teselli etmişler. Böylece millet hayatta ortaya çıkan zor sorunlara cevap arama zahmetine kapılmamış, kendi kendilerini oyalayıp Süleyman’ın kemerinde yazıldığı söylenen “Bu da geçer” sözlerini benimsemiştir. Bu sözlerin Hun İmparatoru Atilla’nın da, Batu Han’ın da kemerlerinde yazıldığı ileri sürülür. Anlaşılan Atilla ile Batu Han da, Süleyman gibi yaşamın gözü açıp kapayıncaya kadar geçen bir an kadar olduğunu, gençliği yitirmenin kıyamet olduğunu dikkate almışlardır. O zamanlar savaşçı ile padişahın da, çiftçi ile Spartaküs gibi kulun da hedeflediği amaca ulaşmak için cesarete ve güce, akıl ve fikre ihtiyacı vardı (şimdi de öyle ya). Ancak onların mühimmattan ve atom bombasından haberleri yoktu, düşmanlarıyla teke tek dövüşüp adil savaş ortamında zafere ulaşırlardı. O zamanlar, insan kendi kaderini kendi belirleyebilmişe, kendi işlerini kendine göre düzenlemişe ve gelecek nesillerinin yaşamına yön vermişe benzemektedir. Ancak: “Zaman gösterir” ve “Zaman bütün yaraları iyileştirir” sözlerinin derinliğine bakacak olursak onların (aklına geleni yapan Saddam Hüseyin ve Hitler gibi zalimlerden başkalarının) kadere, yazgıya boyun eğdiğini fark etmek mümkündür.

      Teknoloji ile donanmakla kalmayıp, halkın şuurunun da uyandığı, durmadan gelişmekte olan yirminci yüzyıl kadere, yazgıya ihtiyacı istememekte, dünkü felsefelere de kulak asmamaktadır.

      Bugünkülerin zamanın kıymetini anlamasını sağlayan güç, sosyal değişiklikler ve devrimlerle, yeni devletlerin ortaya çıkışıdır. Biz, zamanın ne olduğu üzerinde düşündük, anladık, öğrendik. O, bizi yeryüzünde ordan oraya anında yetiştiren jet uçağıyla, beklenmedik anda, beklenmedik yerde meydana geliveren; yüzlerce, binlerce, hatta milyonlarca insanın yaşamını değiştiren devrim dalgalarıyla değil, yeryüzünde toplanan sayısız silahın bizi atom tutsağına dönüştürmesiyle de üzerinde düşünmeye sevk eder. Biz, tehlikeli nükleer ve çevre olaylarının içimizi donduran soğuk nefesiyle karşı karşıya kaldık. Büyük tehlike çok yakındır. Bundan sonra birkaç kişi veya bir halkın kaderi üzerinde değil, atalarımızdan miras kalan toprağımızın ve kültürel mirasımızın kaderi üzerinde konuşmalıyız. Konuşma konusu, beşiğimiz olan toprağımız, gelecek yaşamımızdır. Barışı korumaya katkı sağlama gibi önemli görevi üstelenerek gelen sizler, bu salonda oturan beyler, siz bu konuyu benim kadar biliyorsunuz. Aranızda dünkü kanlı savaş meydanında bulunanlarınız da az değildir muhtemelen. Bizlerin can ve ten acımıza; topraklarımızın bedenine iki siyah damga olarak vurulan Hiroşima ve Nagazaki de eklendi.

      ABD’nin hemen ardından 1949 yılında patlayan atom bombasını biz, Sovyetler Birliği yaptık. O bombanın patlaması benim topraklarımda meydana geldi.

      Yeni silaha sahip olur olmaz “Dünya çapında devrim yapma” niyetimize “Mekân ile zamanı kendimize tabi etme” isteğimizi ekledik.

      Olumsuz düşüncelerden olumuz işler ortaya çıkar. ABD, bombasını dünyayı avucunda tutmak için yaptı. SSCB, bombasını ondan geri kalmamak, ona karşı durabilmek için yaptı. Güçlü iki devletin etkisi ile dünya tam olarak ikiye ayrıldı. Daha çok silahlanma talep eden nükleer rekabet, başladı. Bahis konusu iki devletten başka ülkeler de nükleer silaha el uzatıp sahiplenmeye başladı. Gizli depolar, denizaltılar, bombardıman uçaklarının içleri nükleer silahlarla doludur. Toprağımız patlamaya hazır fıçıya dönüştü. Soğuk savaşı destekleyenler insanların sinirlerini yıpratıyor. Bunların hepsine dayanmak, karşı durmak mümkün değildir. Şiddetli bombaları yapmaya iştirak eden Joliot – Curie ile Andrey Saharov gibi bilim adamları, bunların toplu imha silahına dönüşmesine karşı olduklarını tüm dünyaya belirtmiş, diğer insanlarla birlikte denemelerin tamamını durdurmayı talep etmeşlerdir.

      Biz 60’lı, 70’li, özellikle de 80’li yıllarda ABD’de, Avrupa ülkelerinde, Japonya ve Hindistan’da nükleer silaha karşı eylemlerin çok yaygın olduğunu biliriz. Sivil toplumun söz konusu güçlü eylemlerine seksenli yılların sonlarına doğru Kazakistan halkı da dâhil oldu.

      Grimen-Komon üssünü kuşatan İngiliz kadınların güçlü eylemi akıllarımızdadır. Barış için mücadele eden sıradan insanların nükleer silah taşıyan büyük askerî gemilerin yolunu kesmek için basit kayıklara binerek gemilere karşı çıktıkları akıllarımızdadır.

      Nükleer denemeler halkın karşı çıkmaları neticesinde bir süre durdurulduktan sonra tekrar yapılmaya başladı. ABD’de, Hiroşima ile Nagazaki’de patlatılanlar hariç bin seksenden fazla patlama yaşandı. Sovyetler Birliği’nde 715, Fransa’da 180, İngiltere’de kırktan fazla, Çin’de otuzdan fazla patlama yapıldı.

      Sovyetler Birliği’nde yapılan yediyüz on beş patlamanın 467’si Kazakistan’ın Degelen denen yerinde gerçekleştirilmiştir. Bunların 124’ü yerin üstünde, 343’i yerin altında olmuştur.

      Benim, bir Kazak olarak, Kazak milletinin evladı olarak size şunları söylemem gerekir. Bu patlamaların hepsi bizim ülkemizin kutsal bölgesinde, günümüzde güzel sanatlarımız ile edebiyatımıza konu olan Kozı ile Bayan’ın aşkı anlatılan eski destanın meydana geldiği yerde yapıldı. O bölge, bizim halkımız ve kültürümüz için en kutsal ve değerli yerdir. Rus yazar Lev Tolstoy’un Yasnaya Polyanası ve İskoç şair Robert Burns’in, İngiliz şairi Byron’un göbeğinin kesildiği topraklar gibidir. Byron’un şiirleri geçen yüzyılın sonunda tüm Asya genelinde ilk defa o bölgede, 467 patlamanın yapıldığı yerde Kazakça okunmuştur. Byronile Puşkin’in şiirlerini Kazakçaya Kazak ulusu uygarlığının büyük şahsiyeti, yüce şairi Abay çevirmiştir. Abay, daha sonra 467 kez sallanan o bölgede doğup büyümüş, o bölgede yaşama veda etmiştir. Ünlü yazarımız, romanları, uzun hikâyeleri ve öyküleri ile İngiliz okuyucular tarafından iyi tanınan Muhtar Avezov da o bölgeden çıkmıştır. Dünyaca tanınan jeoloji uzmanı Kanış Satbayev, Semey Şehri’nde okumuş, eğitim almıştır. Yüce Rus yazarı Fyodor Dostoyevksiy ile Kazakların bilgesi, seyyah ÇokanValihanov’un mükemmel dostluğu orada başlamıştır.

      Yaşamda, hiç olumsuzluk olmaz mı? Tolstoy hayranı ünlü şairimiz Şakarim, Cengiz Dağcı’nın Degelen, Abıralı tarafında İçişleri Halk Komiserliği haydutu elinden hayatını kaybetti. Kurşuna dizildi. Şakarim’in tek suçu mektuplaştığı Hocası Lev Tolstoy gibi zulmün yer almadığı yaşamı hayal etmesi, fiziksel gücün çektirdiği cefaya karşı çıkması, halkı adalete, barışa, birlik ve beraberliğe davet etmesiydi. O, Ekim Devrimi’nin tatlı sloganlarına inandı, destekledi, ancak Kazak köyleri acımasızca kolektifleştirilmeye başlandığında tüyleri ürpererek adaletten umudunu kesti ve dağa giderek tek başına yaşamaya çalıştı. Ne yazık ki her yeri didik didik arayan İçişleri Halk Komiserliği onu buldu.

      Değerli dostlar, milletimin tarihinde yaşanan bu olayları sizin dikkatinize getirmemin nedeni, bizim bugün Facia denen şeyi kınamak için bir araya gelmiş olmamızdandır. Evet, Faciyayı. Facia ise çok çeşitlidir. Atom bombası ister bizim Degelen’de veya Abıralı’da ister okyanus adalarında ister Çin çöllerinde veya Moruroa’da patlasın benim eziyeti çok çeken milletimin kalbini sızlatır. Çünkü patlamanın civardaki tüm canlı için tehlikeli olduğunu iyi bilir. Çünkü bunları bizzat yaşamıştır. 467 patlamanın her biri bizim topraklarımız ile suyumuzu zehirledi, insanları felakete uğrattı, hatta anne karnındaki bebekleri sakat bıraktı. 467 patlamanın her biri benim milletimin kültür beşiğinde, Aziz bölgesinde onun oluru alınmadan gerçekleştirilmiş, böylece şerefi ayaklar altına alınmıştır.

      Bu kadar öfkeyle haykırarak çektiğimiz eziyeti açıkça anlatırken aklıma şu sorular gelmektedir:

      Bu türden felaket ve dehşet Rusya’da, Lev Tolstoy’un memleketinde, onun Yasnaya Polyanası’nda