başlığı altında kaleme almıştır (Ellis, 1973: 9-22). Ellis, A Purvıew of the Problems (Sorunlara Bakış), başlıklı birinci bölümde oyunun tanımlanması hakkında “Oyunu anlama sürecinde birkaç adım vardır. İlk adım, oyunu tanımlamaktır. İkincisi, oyunun güdülerini ve içeriğini belirlemektir. Son adım, genellikle ilk ikisinin alınmasının nedeni, oyun planlamasında cevapları kullanmaktır. Tüm bu süreç iki varsayıma dayanmaktadır. İlk olarak, bu oyun açıklamayı ve yönetmeyi garanti edecek kadar önemlidir. İkincisi, neden-sonuç ilişkileri tarafından sınırlandırılan ve dolayısıyla açıklanabilen ve yönetilebilen davranıştır. Ne yazık ki bu varsayımlar geniş çapta kabul görmüyor, ancak bu kitap için gereklidir.” şeklinde görüş belirtmiştir (Ellis, 1973: 2). Ardından eserinin ikinci bölümünde başta Huizinga (1949) olmak üzere Sapora & Mitchell’i (1961) referans göstererek onlardan alıntıladığını belirttiği Gross, Schiller, Lazarus, Dewey, Gulick, Stern, Patrick, Rainwater ve Pangburn’un oyun hakkında yapmış oldukları tanımlar ile; Kelly (1958), Schlosberg (1947), Barnett (1963), Hutt (1965, 1967), Poole (1966), Loizos (1966), Beach (1945), Blurton-Jones (1967; 1972a,b,c; in press), Leach (1972), Gump, Schoggen, and Redl (1963), Millar (1968), Lieberman (1965, 1966) gibi araştırmacıların konuya yaklaşım ve görüşleri etrafında oyunun tanımına ilişkin bir sonuca varmaya çalışmıştır. Bunu yaparken oyun kelimesinin anlamından, doğuştan var olan güdülenmeden, gönüllü bir davranış olarak uygulanmasından ve oyunların içeriğinden hareket etmiştir. Ellis, bölüm sonu değerlendirmesini özet şeklinde vermiş ve burada oyunun esnek bir yapıya sahip olduğunu, bu yüzden henüz herkesi tatmin edebilecek bir tanımının yapılmadığını vurgulayarak bu kafa karıştırıcı sorunun yalnızca mevcut davranış kavramlarına uyan yeni tanımların sürekli olarak yeniden üretilmesiyle çözüleceğini belirtmiştir.
Doktorasını felsefe üzerine yapan Amerikalı çocuk psikoloğu David Elkind, Çocuk ve Toplum – Gelişim ve Eğitim Üzerine Denemeler isimli çalışmasının İş Ender Olarak Çocuğun Oyunudur isimli bölümünde özellikle erken çocukluk düzeyindeki eğitim uygulamaları üzerinde önemli çalışmalar yapan tıp doktoru Maria Montessori (1965), psikanalist Erik Erikson (1950) ve psikolog Jean Piaget’in (1963), oyun kavramına yaklaşımlarını konuyla ilgili olarak Lombroso (1896), Gross (1901), Freud (1904), Koffka (1927) ve başkalarının da görüşlerine yer vererek karşılaştırmalı bir şekilde ele almıştır (Elkind, 1999: 86-114). Çalışmasının sonuç kısmında Elkind, bu görüşlerden hareketle bir değerlendirme yapmıştır: “Oyun ile iş arasındaki ayırımın farkına varmak gerçekten de kendi biyolojik kalıtımımızın farkına varmaktır. Hepimizin hiçbir zaman yinelenemeyecek benzersiz bir gen bileşimi fakat aynı zamanda herkes gibi aynı merkezlerde aynı sayıda kromozomları vardır. Herkes gibiyiz ancak farklıyız da. O zaman, en basit düzeyde ifade edilecek olursa oyun ve iş, hem bir kişi hem de birçok kişi olmanın varoluşsal ikilemini yansıtır. Bu ikilemi inkâr veya göz ardı etmek bir hatadır, çünkü yukarıda tartıştığım gibi bu ayırım insanın sürekli olan başarılarının kaynaklandığı gerilimi sağlar. Daha özgün bir deyişle, küçük çocukların oyun oynamasını, oyunun kendisi uğruna desteklemeliyiz; çünkü oyun çocukların kendilerini kişisel açıdan ifade edebilmesi için bir çıkış yolu sağlar. Paradoks gibi görünse de, erken çocukluktaki kişisel ifade, ilerideki sosyal adaptasyon için olası en iyi hazırlanma yoludur. Oyun, çocuğun işi değildir ve iş, ender olarak çocuğun oyunudur.” (Elkind, 1999: 111-112).
Amerikalı halk bilimci Robert A. Georges, Eğlence ve Oyunlar başlıklı çalışmasında oyun hakkında görüşlerde bulunmuştur: “Oyun, insanlar arasında ve tüm kültürlerde açıkça ortaya koyulan kendini ifade etme amaçlı bir davranıştır. Sanat, dil ve din gibi oyun da tam olarak tanımlanamayan karmaşık bir olgudur. Yine de oyunun pek çok özelliği kolayca ayırt edilebilir. Öncelikle oyun yaşamla bağlantılı biyolojik gereksinimleri karşılamakla doğrudan ilgili olmadığı için gönüllü yapılan bir harekettir. […] Rekabete dayalı bir etkileşim olmadığı sürece bu boş zaman etkinliği oyun dışılık veya daha doğru bir ifadeyle eğlence olarak adlandırılabilir. Fakat oyunlar en az iki kişi arasında yarışma içermeleri bakımından diğer oyun etkinliklerinden ayrılır. Ayrıca uyulması gereken ve katılımcıların önceden bildikleri kişisel etkileşimi belirleyen, açık veya kapalı kurallar ile kaybeden ve kazananları saptamaya yönelik özel bir yönteme de gerek vardır.” (Georges, 2007: 129). Georges, oyun kavramının tanımlanmasının zorluğuna dikkat çekmiş ancak özelliklerinden dolayı kendini kolayca gösterdiğini, gönüllü ve birden fazla kişi arasında gerçekleşmesinden dolayı da eğlenceli ve sosyal bir etkinlik olduğunu ifade etmiştir. Georges, oyunun -her ne kadar gelenek dâhilinde kuralları ile kazananı ve kaybedeni olsa da- gerçek anlamda oyun olabilmesi için rekabet ilkesinin devre dışı bırakılması gerektiğini aksi takdirde eğlencenin bir bakıma işe dönüşeceğini ima etmiştir.
İtalyan filozof Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih isimli eserinin Eğlenceler Ülkesi: Tarih ve Oyun Üstüne Düşünümler başlıklı bölümünde oyun ile ritüel arasındaki ilişkiyi çeşitli açılardan değerlendirmiş, bu iki kavramın hem bir denklik hem de bir karşıtlık ilişkisi içinde olduğu varsayımına ulaşmıştır ve bunun hakkında şu görüşlerde bulunmuştur: “Her ikisinin de takvim ve zamanla bir ilişkisi vardır ama bu ilişki iki durumda da birbirinin tersidir: Ritüel takvimi sabitler ve yapılandırır; oyun ise, tam tersine, henüz nasıl ve neden olduğunu bilmesek de takvimi değiştirir ve tahrip eder. […] Araştırmacılar, oyun ile kutsallık dünyalarının birbiriyle çok sıkı bir ilişki içinde olduklarını uzun süredir biliyorlar. Çok sayıdaki iyi belgelenmiş araştırma, bildiğimiz oyunların çoğunun kökeninin antik kutsal ayinlerde, danslarda, temsili dövüşlerde, kehanet törenlerinde bulunduğunu gösteriyor. Örneğin, top oyununda, tanrıların güneşe sahip olmak için birbiriyle savaştığına ilişkin bir mitin törensel temsilinin izlerini görebiliriz; halka olup dönmek antik bir evlilik ayiniydi; zar oyunlarının kökeni kâhinliktedir; topaç ve satranç tahtası da kehanet gereçleriydi.” (Agamben, 79-80).
Agamben, yukarıdaki bu görüşünden sonra Fransız yapısalcı dilbilimci Benveniste’yi referans göstererek onun, antropologların görüşlerinden hareketle oyun ve ritüel arasındaki ilişkiyi derinleştirerek bu ikisinde ortak olan şeylerin yanı sıra, karşıt olanları da gösterdiğine dikkat çekip şu yorumu yapmıştır: “Oyunun kutsallık alanından geldiği doğruysa onu köklü bir biçimde dönüştürdüğü de doğrudur; hatta onu öyle bir biçimde tersyüz eder ki, pekala “ters dönmüş kutsal” olarak tanımlanabilir.” (Agamben, 80) diyerek ardından Benveniste’den (1947: 165) şu alıntıyı yapmıştır: “Kutsal edimin gücü tam da mit ile ritüelin birleşmesinde yatar. Mit tarihi söze dökerken, ritüel de o tarihi yeniden üretir. Bu şemayı oyun şemasıyla karşılaştırırsak aralarında temel bir farklılık olduğu görülür: Oyunda sürüp giden tek şey ritüeldir, kutsallıktan geriye kalan tek şey de kutsal dramın biçimidir ve bu dramın her öğesi zamanı geldikçe tekrarlanıyordur. Ama anlamlı sözcüklerle edimlere amacını ve etkisini kazandıran bir öyküleme olarak mit, ya unutulmuş ya da hükümsüzleşmiştir.” (Agamben, 80). Sonrasında Agamben bu konu etrafında şu sonuca ulaşmıştır: “İnsan oynayarak kutsal zamandan kurtulur ve insani zamanda onu unutur. Yine de oyunun dünyası daha da özel bir anlamda zamanla bağlantılıdır. Aslında oyuna ait olan her şeyin bir zamanlar kutsalın ortamına ait olduğunu gördük. Ama bu, oyun ortamını tüketmez. Gerçekten de, insanlar oyunlar icat etmeyi sürdürürler ve bir zamanlar pratik-ekonomik ortama ait olan bir şey ile de oynanabilir.” (Agamben, 81).
Davranış gelişimi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan İngiliz biyolog-etnolog Patrick Bateson ve davranışsal biyoloji üzerine çalışan İngiliz Paul Martin; Oyun, Oyunseverlik, Yaratıcılık ve Buluş isimli kitaplarının Oyunun Biyolojisi isimli bölümünde