Arslan Koyçiyev

Bedel Geçidindeki Lanet


Скачать книгу

gitmesine izin verdi. “Listeyi almak için mi gelecek yoksa hırsızları bulmak için mi?” diye tam olarak anlayamayan boluş ve köy muhtarları, ne olursa olsun diye hızlıca buradan uzaklaşmak için başlarını öne eğerek dağılmaya başladılar.

      Polislerin gizli ajansı tarafından “Kudayan Boyu’ndan bir genç ölmüş.” haberini öğrenmiş olan Komiser, Kambar Boluş’u durdurdu.

      –Sizde ahali nasıl, her şey yolunda mı? diye sordu.

      Kambar Boluş ilk başta çok korktu. Hırsızları söyleyiverecek gibi oldu önce, sonra durdu. Belli etmemeye çalışarak, sabırlı bir şekilde konuştu:

      –Yapmayın Komiser Bey! dedi yapmacık bir ifadeyle.

      Boluş, barımtaçıları koruyacağım diye Rus yasasına göre büyük suç işlediğini hissetti. Eğer bunları sakladığı duyulursa, cezasının iki kat artacağını hatırlayıp ödü koptu. Gerçeği söylerse Kudayan Boyu’nun dağılacağını düşünüp, ihtiyar Kalıbek’in “Hepimiz bir ağız olalım.” cümlesini aklına getirerek kendini tuttu.

      –Araştırmaya göre Çin sınırında yaşayan Kalmuklara saldıranların sizin boydan olduğu tahmin ediliyor, dedi Komiser.

      Yalan söylemek ne kadar zor olsa da Kambar Boluş içinden “Allahım, susmayayım yardımcım ol.” diyerek konuştu:

      –Komiser Bey! Bizim halkta her şey yolunda, yöneticilerin söylediği vergiyi zamanında toparlayıp veriyoruz, yasaya karşı gelen yok.

      –Yılkı sürüsünü çalarken bir Kırgız ölmüş. Geçende sizden de birisi, genç biri ölmüş diye duyduk dedi, Komiser.

      “Komşu Kırgızlar öğrenirse, kıskanan birisi söyleyebilir, ancak Kudayan Boyu’ndan kimse öyle yapmaz.” diye düşünen Kambar:

      –Evet, gerçekten de birisi vefat etti. Ancak o, Kalmuk’un elinden ölmedi. Kendi eceliyle vefat etti. Yaylada uçurumdan düşerek öldü. Yakınlarıyla da konuşup sorunuz, dedi sesini ciddileştirerek.

      Komiser, Verniy’li yazar arkadaşının “Kırgızlar ahmak görünmelerine rağmen iftiracı ve kurnaz olurlar.” sözünü hatırlayıp, Kambar’ın gözlerine bakarak düşüncesini okumak istedi. Masmavi gözleriyle Kambar’ın kara gözlerine baktı. “Bu da ne?” diye düşünen Kambar Boluş da parlayan gözlerini kaçırmadan ona baktı.

      –Kambar Bey! Araştırmayı devam ettireceğiz. Ancak siz bir şey biliyorsanız bir an evvel söylemeniz sizin iyiliğinize olur. Sakladığınız anlaşılırsa, siz de zan altında kalıp ceza alırsınız. Yine tekrarlıyorum, yakında köyünüze geleceğim dedi Komiser.

      Kambar içinden “Ne olacağını göreceğiz.” diyerek, bir an önce oradan ayrılmak için acele etti. Komiser, geçende yaptığı gibi omzundan okşayıp şefkat göstererek uğurlamamıştı.

      Bir yandan “Hırsızı bul.” diye sıkıştırırsa, bir yandan da erkekleri askere alırsa, böyle birbirimizi kandırıp, çare ararken hangi okul, hangi cami, hangi toprak koruma diye geçirdi içinden… Kambar Boluş, Bordu’ya atın üstünde yol alırken sağ gün göremeyip yerin dibine gireyim!” diyerek sinirle tükürdü.

      “Pazara geldik de ne oldu? Bu kötü haberi duymaya mı gelmiştik?” diye, Boluş’un peşinden at sürmekte olan Kırgızlar da kızgındı. Askere giderlerse, yabancı topraklarda cesetlerinin kalacağını düşünerek kendi topraklarında Kur’an okudukları Kudayan Boyu’nun mezarlığına defnedilemeyeceklerini akıllarından geçirip ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

      Ulaşır ulaşmaz askerlik işini ahaliye anlattı. Bu kötü haberi duyan halk sert tepki verdi. “Şimdi bir de askere gitmemiz eksikti?” diyerek kızdılar. Boluş, sorgu memuru ve topografların beraber geleceğini de söyledi. Halk “Olur mu öyle şey!” dedi. “Bordu’nun içerisine girmeden yollarını keselim!” diyenler de oldu. “Asker gelecek, yüz asker!” dedi Kambar Boluş. Nereye kaçacaklarını bilmeden “Kaçalım!” diyenler de oldu. “Sorgu memuru ve topograflarla birlikte asker de gelecek.” dediğinde “Geldiklerinde askere de alacaklarmış” şeklinde anlayanlar, “Kudayan’ı Allah cezalandırıyor, felaket üstüne felaket…” diyerek kötü bir işaret olarak kabul ettiler. Kimileri askere gitmekten, kimileri askere çocuklarını vermekten, kimileri askerî sorgu memurundan korkuyordu hatta topograflarından bile korkanlar vardı. Halk ne yapacağını bilmiyordu.

      Kambar Boluş, öfkeli halkını zorla sakinleştirdi.

      –Müfettişi dinleyelim, topograflar topraklarını belirlesin, onlarla konuşayım! Sonra hep birlikte ne yapacağımızı kararlaştırırız! dedi.

      “Konuşayım” dediğinde halk inanmak istercesine “Bizi kurtarmak için toprak verecek galiba.” diye düşündü “Allah’a bırakalım, Karagız Ana’mız başımızda, hiç değilse sonra bakarız.” diye dağıldılar. Halkın diğer kısmı da Kam-bar Boluş’a inanmayıp, onun yüzüne söyleyemeseler de içten içe ondan daha da nefret etmeye başladılar. “Boluş’umuz şehre her indiğinde, kötü haber getirmeyi alışkanlık haline getirdi. Bir gittiğinde balcılara toprak alacakları, ikinci defa gittiğinde vergiyi çoğaltmak gerektiği haberini getirmişti. Şimdi de asker haberini getirdi.” diye bu olanları kötüye yordular.

      VI

      Üzengileri ayna gibi göz kamaştıran, demirden düğmeleri güneşte parlayan, omuzlarına süngülü tüfek asılı, at üstündeki Kazak Rusları sıra halinde boğaza doğru giriyorlardı. Hızlı yürüyen atların ayakları altında kara yolun toprağı ezilip, tozu köknar ağaçları boyunca savruluyordu. Almatı’dan gelen silahlı on asker, Komiser ve Petersburg’dan gelen bir misafirin bulunduğu arabanın etrafında onlara refakat ediyorlardı.

      Dağ arasındaki, Kırgızların yaşadığı hazine topraklarından yer belirlemeye büyük bir grubun gideceğini, onlarla beraber Sootnik’i yöneten Kazak Ruslardan oluşan bir asker grubunun da gideceğini duyan Petersburglu etnograf; “Buraya kadar gelip Dağ Kırgızlarını gezmeden gitmek ayıptır.” diyerek onlara katılmıştı. Yan tarafında eyerlerinde deri çantaları sallanan topograflar da dizi halinde geliyordu.

      Onların geldiğini uzaktan gören göçebe halk, ne kadar kalabalık olduklarını tahmin etmeye çalışarak tedirgin bir şekilde bekliyorlardı. Korku içinde “Askerler geliyor! Bu kadar çok askeri hiç görmemiştik, biz onlara gözükmeyelim, saklanalım.” diyorlardı. “Yüz asker olduğu gerçek mi?” diyerek birbirlerine soruyorlardı. Saklanacak yer bulamayanlar, büyük grubu görünce karşılaştıkları yerde donakalıp at üzerindelerse zıplayıp iniyorlar, yürümektelerse bulundukları yerde kalpaklarını çıkarıp başlarını yere eğerek ellerini göğüslerine koyup, grup geçene kadar heykel gibi duruyorlardı.

      “Gözden kayboldular mı?” diye göz ucuyla belli etmeden bakıp, grubun geçtiğinden emin olmaya çalışıyorlardı.

      Petersburglu etnograf misafirinin sıkılmasını istemeyen Komiser, geçtikleri yoldaki toprakları tanıtıyordu:

      –Aleksandır dağlarının eteğinde, Bordu adı verilen yaylada göçebe hayat süren, Kudayan Boluş’unun Kara Kırgızları işte bunlardır. Buradan ilerideki geçidi geçersek orada Temir Bolot Boluş’unun halkı yaşıyor, diyerek yol boyunca yaşayan Kırgızları eliyle tarif ediyordu.

      İşte bu dağların eteklerinde başından sonuna yaklaşık bir ay içinde gidilebilen, yükseklerde topraklar bulunmaktadır. Oraya genel olarak “Kırgız toprağı” derler. O toprakların öbür tarafında Ural dağları bulunmaktadır. Dağın gerçek anlamda ne olduğunu ilk defa bu topraklarda gören etnograf “Dağ dediğin buralardaymış.” diyerek, göklere ulaşan sivri kayalıklara hayranlıkla bakarak yolculuk ediyordu. Komiser’in konuşmasından onun