Arslan Koyçiyev

Bedel Geçidindeki Lanet


Скачать книгу

annesi “Çocuğumuzu sırtından mızrakla vurmuşlar.” diye üzülüyordu. Onun sırtından vurulması erkek akrabaların zoruna gitmişti. Diğer akrabaları da “Sırtından vurulmuş diye akrabalıktan mı dışlayacaksınız. İyileşmesi için dua edin!” diyorlardı. Evin etrafında halk tabipleri de vardı. Yumurta gibi yuvarlak evin içi gözükmüyor, duyulmuyordu. Başka her şey görünüyor, duyuluyordu.

      Yaralı yiğidin buraya kadar inleye inleye geldiğini ve onunla beraber ölü olarak getirilen yiğidi hatırladı. Köye yukarıdan bakarken karışık düşüncelere dalan Mukay, Karagız Nine’nin yaralı yiğidin evine hızlıca yürüyerek geldiğini gördü. Şaman kadınların gücü yetmiyor, tabipler şifa bulamıyor “Çocuğumuz iyileşsin, oku ana” diye mi çağırmışlardır acaba? Ninenin koltuğuna girmiş getiriyorlardı, niye çağırmışlar? Evin önünde duranlar, Karagız Ana’yı görünce eğilip selam verdi, kapıyı açıp onu içeriye aldılar.

      Mukay’ın kendini bildiğinden beri halk, Karagız Ana’nın “alas” kelimesinin şaman kadınlarının ayininden daha güçlü olduğuna inanıyorlardı. Halkın bildiği kadarıyla Umay Ana’nın şifası, Karagız Ana’nın dilindedir. O neşter ile açmaz, nefesiyle üflemez, sözüyle büyüler, kelimeleriyle iyileştirip hastayı ayağa kaldırır. Birisi hastalanıp yarım akıllı olursa, küçüğünden büyüğüne tüm halk “Karagız Ana’ya gidelim, anaya okutalım.” derler. “Çocuğa nazar değince, birisine karabasan bastığında, falanca kaza geçirdiğinde” Karagız Ana’nın önüne getirirler, “Şifa veriniz, yüreğime su serpiniz” derlerdi. “Gençken anamız “Saplanan oku çıkartıp, savaşta yaralanan eşini bu şekilde iyileştirmiş.” diye anlatılırdı.

      Tüm halk “Anamızın koruyucusu var, âlimdir, ileriyi görebilir. Anamızın koruyucusu ise Umay Ana’nın ta kendisidir” derlerdi. O yüzden “Anamızın duasını alıp korunalım.” derlerdi. “Onun sözleri ayet gibidir” diyerek, sözlerini ikiletmez saygı gösterirlerdi. Hocaya, kalfaya ve Kur’an’a inandıkları kadar inanırlardı.

      Karagız Ana, “Kudayan’ın çocukları” dendiğinde canını bile verebilirdi, yuvasının etrafında dönen kırlangıç gibi elinden geleni yapardı. Bazen Kudayan Boyu’ndan birisi vefat ettiğinde, doğum sırasında bir çocuk öldüğünde, genç öldüğünde devamlı “Kudayan Boyu eksilmesin.” diye dua eden ihtiyar kadının canı acırdı. “Ah kara gün!” diye üzülür, elden ayaktan kesilirdi. Özellikle de erkeklerin ölümüne daha çok üzülürdü.

      Karagız Ana, at yılına denk gelen yedi müçöl yaşına geldiğine şükredip, “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu gördüm. Allah’a çok şükür gelin olarak geldiğimden, Boşkoy’un evine girdiğimden beri Kudayan Boyu çoğaldı. Ilgın ağaçlı vadiye yerleşen Kudayan köyünün, yıldan yıla çoğaldığını gördüm. Artık bu hayattan başka isteğim yoktur.” derdi. Eskiler “Bordu’nun içinin halkla dolduğunu görsek!” diye arzulayıp, üzülürlermiş. Boluş ve köy muhtarlarının “Ruslar geleli topraklar daraldı.” diye kaygılanması, Karagız Ana’nın hiç ilgisini çekmez, “Erkek çocuklarının çoğalması esastır.” derdi. Kızlar ise “Kurbağa gibi olsa da, sümüğü burnundan eksik olmasa da erkek çocuklarını seviyorsunuz, bize hiç değer vermiyorsunuz.” diyerek şakayla karışık Karagız Ana’ya sitemde bulunuyorlardı. Karagız Ana ise “Sizi Çinliler kaçırsın emi! Bordu’nun sahibi erkeklerdir!” diye cevap verirdi. O zaman kızlar, gelinler gülerek, zayıf, beceriksiz genç delikanlıları görünce “Şalvarını sürükleme de çek yukarı, sümüklü!” diye dalga geçerlerdi.

      Kudayan Boyu’ndan birinin ağır durumda olduğunun haberini alan Karagız Ana’nın hızlı adımlarla boz üye girdiğini izleyen Mukay, hayatta kalması için uğraşılan yiğidin canının Karagız Ana’nın eline teslim edildiğini hemen anladı. Yiğidin anaya acı ile baktığını gözü önünde canlandırdı. “Şüphesiz iyileşir.” diye düşündü. Bordu’nun içindeki çok eski çam ağaçları ile aynı yaşta olduğunu, sanki ihtiyar olarak yaratılmış ve hep öyle yaşamış birisi olarak düşündüğü ninenin söylediğini yapmayan, ona güvenmeyen veya ondan şüphelenen bir insanı hiç görmediğini düşündü. Sadece bir defasında kendisinin şüphelendiğini hatırladı. Rus okulunda okurken ninesinin sözlerine şüpheyle yaklaştığı aklına geldi. Onun bu okula başlaması da, halk içinde hikâyeye dönüşen bir olaydı…

      Geçen sene Mukay, Rus Tüzem okuluna gitmişti. Daha dün yeşil tepelerde oynar, istediği yerde dolaşabilir, istediğini yapardı, özgürdü. Özgürlüğün kısıtlanmasının ne olduğunu anlamayan genç çocuk, geçen sene babasıyla beraber gidip bir anda kafesteki hapsedilen kuş misali, sırayla dizili Rus evlerinin arasına hapsolmuştu.

      Bu sıra sıra dizili evleri, Kırgızlar çeşitli adlarla adlandırıyordu. Kimisi “köy” diyor, kimisi “şehir” diyordu. Kısacası burası Komiser’in bulunduğu yerdi. Buranın pazarı, çan çalan kilisesi ve yel değirmeni vardı. Tokmok’tan yirmi, yirmi beş kilometre uzaklıktaydı. “Ruslar ile Sartlar uçmaz tavuk, göç edilmez evler ile uğraşırlar.” şeklindeki göçmen sözünü küçümseyerek hatırlayan Mukay, evdeki ilk gecesini unutamıyordu. Orası ona hapis gibi gelmişti.

      Ay geçmeden, Kambarup Mukay, iz Kudayanovskih Kırgız! “Kambarov Mukay, Kudayan Boyu’ndan olan Kırgız” diyerek kendini tanıtmayı öğrenip, Rusların hayatına alışmaya başlamıştı. En ilginci de şehirde çalışan Kırgızların çok olmasıydı. Tırpanla ot kesip, dirgenle ot toparlamayı öğrenen, balta ile kütük kesen, büyük testilerle su taşıyan, zırhlı atlara su veren, arıkla su getiren köle gibi çalışan Kırgızları işte burada görmüştü. Halk ağzında onları, Rusların “Ateşini yakıp külünü temizleyenler, (ne denirse onu yapanlar)” diye adlandırıyorlardı. Farklı Kırgız boylarından insanlar vardı, sorulunca “Tınay Boyu’ndanız, Atake Boyu’ndanız, Sarıbagış Boyu’ndanız, Solto Boyu’ndanız” diye cevap veriyorlardı. Mukay’ın Kudayan Boyu’ndan gelen uzak akrabaları da vardı. Rusça anlayanlarının dediğine göre onları Ruslar, “Topraklarını, akrabalarını bırakan Kırgızlar” (Kirgizı, porvavşie so stepiu) diye adlandırıyorlarmış.

      Gerçekten de doğru adlandırmışlar. Mukay, “Akrabalarımızın düğün ve ölüm toylarına, yemeğine daha gitmedik,” “Bu sene kımızın tadını tatmadım” diyerek dudaklarını yalayıp yutkunan Kırgızları görünce çok şaşırmıştı. “Boyunun iyi gününde kötü gününde yanında olmamanın, soyunu inkâr etmenin nesi iyi?” diyerek buna bir anlam veremiyordu.

      Mukay’ın dikkatini çeken bir şey de mujiklerin arasında kadınlara göre erkeklerin az olmasıydı. Kilisenin otunu temizleyip, birçok Rusa köle olan Kırgızlarla sohbet ederken onlara bunun sebebini sordu:

      –Neden erkekler az?

      –Erkeklerinin çoğu savaştaymış. Rusların savaşmakta olduğunu bilmiyor musun? Onlar Almanlar ile savaşıyor.

      –Haa…

      –Savaş hakkında bilgi vermezler. Buraya gelenler de çoğaldı. Benim gibi köleler de çoğaldı. Baban söylememiş miydi? Bunların savaşı halka zarar veriyor.

      Mukay, Rusların savaşa girmesinden sonra halkın fakirleşmesi, vergilerin artması sonucu yönetimle halkın kavga etmesini hatırladı. Kendi boyundaki yiğitlerin de at sürüsü sürüp getirsek diye konuşmaları da bu kıtlık yüzünden olmamış mıydı?

      –İnşallah Almanlar, Rusları yener! dedi köle.

      –Alman mı diyorsun? Rus giderse, Almanlar mı kurtaracak bizi?

      –İlk önce Ruslar gitsin buradan, sonra bakarız ne olacağına.

      –Ne yaparsak