Arslan Koyçiyev

Bedel Geçidindeki Lanet


Скачать книгу

Boluş’un yardımıyla kasabayı görelim, pazarına gidelim.” diyerek onlara katılmışlardı. “Sölköbayı göreceğiz.” diye heyacanlananlar da vardı.

      Ekin tarlalarının kenarında ilerlerken “Bir zamanlar buraları bizim topraklarımızdı.” düşüncesiyle bakıyorlardı, sömürgeciden korktukları için, ekine basmayalım diyerek itinayla gidiyorlardı.

      –Yedinci atamız Kudayan ve sonraki atalarımız burada yatıyor, dedi Kambar Boluş.

      Ondan öncekiler de mutlaka bu topraklara defnedilmiştir, ancak kesin olarak bildikleri Kudayan’dan başlıyordu. Burada kimler yatmıyordu ki, Mamatkul ile Tınay, Koşoy ile Talkan zamanında Kalmuklar ile savaşta şehit olanlar, toprak için Kazaklar ile yapılan savaşta ölen yiğitler burada yatıyordu. Cesedi tam olarak defnedilenler de, savaşta kemiği etinden ayırılıp getirilerek defnedilenler de vardı. Gençken ölenler de, yaşlıyken ölenler de burada yatmaktaydı!

      Kimisinin mezarı toprak yığınıyla küçük bir tepe oluşturmuş, kimisininki ise taş yığınıyla türbe halini almıştı! Kahraman olarak hatırlanan da, sıradan bir hayat yaşayıp bu dünyadan göçen de vardı bu mezarlıkta. Ah yüce Atalar! Onlar öldüğünde yakılan ağıt halâ dillerdeydi:

      “Babacığımın,

      Atmacaymış hayâli,

      Kapan gibiymiş pençesi!” diye söylenirdi.

      Bazıları bunun, Narboto’nun ataları öldüğünde söylenen ağıt olduğunu iddia ediyordu. Bazıları da bu görüşü kabul etmiyordu. Herkesin atasının üzeri yığın toprakla örtülmüş halde orada burada yatıyordu. İşte bunları düşünerek ölülerini anan Kırgızlar, Kambar Boluş’la birlikte başlarını öne eğerek birkaç dakika sustular.

      –Bu sene buraya kadar gelmişler, sanırım gelecek sene mezarlarımızı da buralarda bulamayacağız! dedi içlerinden biri.

      Başka biri, mezarların yıkılmaya başladığını fark etti. “Falancanın mezarı yıkılmış, ötekinin mezarının nerede olduğu belli olmuyor, bu büyük mezarlık yerle yeksan mı olacak?” diyerek yiğidi destekleyip, diğer Kırgızlar da Ruslara küfürler savurdular. “Gelecekleri olmasın, atalarımızın ruhu çarpsın!” diye hakaretlerle yere tükürdüler. Kambar bile onları susturmadı. Senelerdir yönetici olarak görev yapıyor, Ruslara hizmet ediyordu. Boluş olarak seçilmiş, muhtarlık da yapmıştı. Ancak halkının Ruslara olan nefretinin bu kadar büyüdüğünü hiç fark etmemişti. Boluş susunca yiğitler de sessizliğe büründü. Komşu boylarda yaşanan, mezarlıkların bozularak işgal edilmesinin, Kudayan Boyu’nun da başına geleceğini düşündüler.

      Mukay, “Halk Ruslardan nefret ediyor. Bir fırsatını bulup öldürecekmiş gibi onlara sövüyorlarsa, bu kadar beddua ediyorlarsa ben niye Rusların okuluna okumaya gidiyorum ki?” diyerek kendini sorgulamaktan alamıyordu. Babası ise “Narboto Ağa’nın yolundan gidersen, yılkı sürüp getirmekten, halkımızın millî oyunu kökbörü oynamaktan başka bir şey öğrenemezsin. O yüzden Rusça öğren, Rusların okulu güçlüdür.” demişti.

      Kırgızlar Ruslara beddua ederken Kambar Boluş atından inerek, kır pelinlerinin arasında babası Boşkoy’un mezarına doğru yürüdü.

      Yanındaki yiğidine dönüp, “Kur’an okur musun?” dedi. Boluş’un babasına Kur’an okutacağını duyunca diğer Kırgızlar da atlarından inerek diz çöküp yere oturdular. Yiğit, “Bısmılda ırahman ırayım, kulkuldabat…” diyerek Kur’an okumaya başladı. Yiğit Kur’an okumayı, çok önceleri yaptığı bir alış veriş neticesinde “Ödemenizi kuzu ile yapayım.” dediğinde “Fazlasını öğrettim.” diye kabul etmeyip, koyun alan sarıklı bir tüccardan öğrenmişti. O, Kur’an okurken Boluş göz ucuyla türbenin dibine üzüntüyle bakarak oturuyordu. Yaşlanmış annesini düşündü. Annesi, bu yıl “Yedi müçölmün” diye ağlar olmuştu. Annesi artık öleceğim diyordu. “Öleceğim gün yaklaşıyor, ölürsem cenaze geleneklerimize göre beni bu dünyadan uğurlayın.” diye tembihliyordu. “Hayvanların semiz olduğu zaman ölsem keşke, gelenler yağlı et yesinler.” diye dua ederdi. Mezar taşlarına bakan Kambar, annesi vefat ederse, babasına yakın defnedecek bir yer belirliyordu.

      Annesini ziyaret eden kızlara şakayla karışık “Ben ölürsem ne diye ağıt yakarsınız? Ağıtı kötü söylerseniz falancanın kızları, gelinleri ağıt söyleyemedi diye halk dedikodu eder. O yüzden şu ağıdı yakın!” diyen annesinin ağıtı aklına geldi.

      Açık, güneşli gökyüzün,

      Bir çay kaynama vaktinde bozan,

      Kutsaldı anamız, ah!

      Tükürüğü bile ilaç olan,

      Tütsüyle nefes veren,

      Şamandı anamız, ah!

      Karanlıkta aydınlık gören,

      Bugünden tam gören,

      Gelecekteki işi kesin söyleyen,

      Bilgeydi anamız, ah!

      Efsaneydi anamız…

      Yiğit, “Kulkuldabat, kulkuldabat” diye üç defa tekrarlayarak Kur’an’ı bitirince, “Âmin” dedikten sonra yerlerinden kalktılar.

      Öğleden sonra at sürerek kasabaya girdiler. Kırgızların bu ziyareti, tam da kilise çanının çaldığı zamana denk gelmişti. Kilisenin tahta kulesinde çan çalıyordu. Bu sesi daha önce duymayan atlar ürker gibi oldu. “Rusların gözü önünde atlarımızı ürküterek yanlış bir hareket yapmış olmayalım.” diye çekinen Kırgızlar, dizginlerini sıkıca tutarak “Yavaş! Dur!” diye bağırarak, onları kontrol ettiler.

      Kasabaya ilk defa gelenler, şaşkın şaşkın etrafa bakınıyordu. Özellikle de kiliseye hayretle bakıyorlardı. En çok da kilisenin çanı onlara garip gelmişti. Yakındaysan, çanın sesi kulak zarını patlatacak gibiydi, “Bu sesi kim, nasıl çıkartıyor?” der gibi bakıyorlardı. Kambar, Komiser’in ofisine ulaşınca atından indi. Diğer Kırgızlar da atlarından inerek bir elleriyle atlarının dizginlerini tutup diğer ellerine tebeteylerini alıp, Komiser görünürse diye boyun eğip, saygı göstermeye hazır hale geldiler.

      Komiser’in yüksek duvarlı evinin avlusunda kalabalık bir grup toplanmıştı. Buradakiler yalnızca boluş, muhtarlar, köy yöneticilerinden oluşmuyordu. Aralarında, resmi bir görevi olmasa da önceki yaşantısını unutamamış, kamçısını iki büklüm tutarak belindeki kemerini diğer eliyle sıkan, kamçısını iki büklüm tutmayıp da uzunca salıvererek bazen onunla çizmelerine vuran, arada tükürüp hala kendilerini yükseklerde gören köy ağaları da vardı. “Bugün nasıl bir emir duyacağız?” düşüncesiyle hazır bekliyorlardı.

      Kambar Boluş, oğluna “Selam ver, şu boluş ile selamlaştın mı, bu köy muhtarına selam verdin mi?” diyerek sırasıyla birilerini gösteriyordu. “Okula gidecek oğlun bu mu? Yiğit olmuş! Evlenecek yaşa da gelmiş!” şeklindeki sözlerle Kırgızlar Mukay’ı övüyorlardı.

      Atlarını yiğitlerine bırakarak, kamçılarını yere sürükleyerek meydana gelen boluş ve köy muhtarları, Komiser’i beklerken sohbet ediyorlardı. Kimilerinin ablası, kimilerinin de teyzesi olan Karagız Ana’nın hali vakti yerinde mi? diye soruyorlardı.

      Alman-Rus savaşı hakkında konuşuyorlardı. Okuryazarlığı olan yoktu konuşanların arasında, Rusların iç durumuyla ilgili yeterli bilgileri yoktu. Elli yıl geçti Ruslara boyun eğdiğimizden beri diyorlardı. Herkes duyduğu dedikoduyu birbirlerine anlatıyordu. Kimileri savaş için kaç yılkı sürüsü verdiğini söylüyor, kimileri de şırdak dedikleri nakışlı keçe, ip gibi verdikleri eşyaları halktan toplayıp Komiser’e getirdiklerini anlatıyordu. “Nakışlı keçelerimizi