Arslan Koyçiyev

Bedel Geçidindeki Lanet


Скачать книгу

onları takip ederek kiliseye doğru yaklaşıp, seyre daldılar. “İbadet ediyorlar.” diye çok defa duymuştu. Mukay, ibadet eden Rusları yakından dikkatle izledi. Onların önünde, başköşede duran sakallı kişiyi Rusların “Otets Mihail” Kırgızların ise “Uzun kaftanlı Mukayıl” diye adlandırdığını biliyordu. Ancak şu an onun dilini anlayamıyordu.

      –Anlamı ne bunun? diye köle Kırgız’a sordu.

      O, üstünde yırtık kıyafet olan, at sürüsüne bakan birisi olmasına rağmen Rusçayı iyi bilen bir köleydi. “Kiliseye girenler, Rusya’nın savaşı kazanması ve Çar’ın sağlığı için dua ediyorlar.” diyerek izah etti Mukay’a. Onların toplanarak Çarlarının sağlığı için dua etme geleneği Mukay’a çok ilginç geldi. Çarları sanki onları görüyormuşçasına, hepsinin geleceği Çar’ın elindeymiş gibi ibadet ediyorlardı. Kendileri burada, Çar başka bir yerdeydi. Fakat Ruslar, Rus olarak yaratıldığı için, sanki Çarlarıyla canları bir verilmiş gibi ibadet ediyorlardı. “Dua ettikleri Çar mujiklerin dilediğini veriyormuş, iyiymiş, boluş ve köy muhtarlarının yönettiği bizim halkımızın dilediğini kim verir?” Nasıl bir insanmış ki? Anlı şanlı AzCanıbek’ten büyük, yeryüzündeki en kudretli, en zengin adam herhalde diye düşündü sonunda.

      Irgat genç, uzun kaftanlı Mikayil’i parmağıyla göstererek:

      –Bu, onların imamı! Kırgızlardan hoşlanmaz, diye fısıldadı.

      Bir yandan onun söylediklerini dinleyen Mukay, bir yandan da “Kimin dileği daha güçlü, Allah kimin duasını kabul ediyor, kimi duyuyor?” şeklinde düşünüyordu. Bir araya toplanıp yalvaran Ruslara karşı yalnız başına, göğe bakıp Gök Tanrı’ya sığınan ırgatın yakarışını mı duyar, yoksa çan çalan, yüksek sesle şarkı söyleyen, toplanarak kiliseye gelip ibadet edenlerin duasını mı duyar? Bu düşünce yanımdaki eski şapkalı kölenin aklına geldi mi hiç? diye düşünürken ırgat:

      –Tanrım yerle bir etsin sizi! diye beddua ederek oradan uzaklaştı.

      –“Tanrı diğerlerini ezse de Çar’ı nasıl ezer?” diye düşündü Mukay.

      Çar’ı görünce, yani onun resmini görünce kölenin sözlerini hatırladı. Zaman içinde okulda çarla ilgili daha çok bilgi anlatılıyordu. Öğretmen de Kırgız çocuklara “Çalışkan olursanız, Tatar çocukları gibi başarılı olursanız size Çar’ın resmini yakından göstereceğim.” diyerek sanki bir ödül gibi gösteriyordu. Rus Çar’ını, yeryüzünün en kudretli, en şefkatli, en merhametli hükümdarı olarak anlattı. “Rus İmparatorluğu’nun Coğrafyası ve Tarihi Hakkında Bilgiler” adlı ders vardı. Bu derste duyduğu kadarıyla, Rus devletinin geniş topraklara sahip, bir okyanustan diğer okyanusa kadar uzanan bir devlet olduğunu anlattı. Söylenene göre sadece Kırgız ve Kazak değil dili farklı, yüzü farklı birçok halk bu devletin içinde yaşıyormuş. Tatarlar başta olmak üzere Sarı Nogay, Kara Nogay halkları bu devlete uzun süre önce boyun eğmişler.

      Tüm bunları duyunca, “Boyun eğmeyen sadece Çin mi kalmış?” düşüncesi akla gelebilirdi. “İşte bu büyük devleti Rusların Çarları kurmuştur.” diyerek öğretmeni her gün tekrarlıyordu. Komiserler, papazlar, boluşlar, muhtarlar, mujikler, göçebe halklar, Tüzem okulunda okuyanların hepsi Çar’ın tebasıdır.

      Bir gün resmi getirdi. Bu Ruslar neleri getirmedi ki Kırgız topraklarına: Toprağı süren alete “pulluk” diyorlarmış, ip gibi uzanan telin bir ucundan vurulunca diğer ucundan mektup olarak düşüyormuş, ona “telgraf” diyorlarmış, onu Rusların Pişpek dediği Bişkek, Tokmok, Almatı gibi büyük şehirlerde yerleştirmişler, Kırgızlar, biz kendi gözümüzle görmedik ama hızlı sürülen trenleri “ateş arabası” varmış diyerek Rusların elinden ne görürse, ağzından ne duyarsa şaşırdıkça şaşırıyorlardı. Şimdi ise resmin karşısında Mukay bu haldeydi. Boya dese, hayır boya değildi. Kurşun kalemle mi çizilmişti? Hayır, o da değildi. Kalın kâğıda kişinin küçültülmüş gölgesi yapıştırılmış gibiydi. Sadece ses çıkartmıyor, kıpırdamıyor ve gözlerini kırpmadan sürekli bakıyordu. Hem de onu, boyu bir arşın, genişliği yarım arşın olan, ağaç kalıba yerleştirip, çiviyle duvara asmaya uygun hale getirmişlerdi. Mukay’ın şaşırarak baktığını fark eden öğretmen “Gosudar!” yani Çar dedi. Kilisedeki olaydan sonra Çar’ın, Allah’ın dünyadaki peygamberi gibi olduğu zihninde yer eden Mukay, yaklaşarak resme baktı.

      –Bu Çar’ımızdır, hepimizin Çar’ı Nikolay Vtoroy! dedi öğretmeni, kötü telaffuzlu bir Kırgızca ile.

      –Niikeley?

      –Evet, İkinci Nikolay. Dünyadaki en kudretli Çar! Şubat devrimine kadar Rusya’yı yöneten hanedanlık, Romanovlar!

      –Urumanup?! diye sordu Mukay. Diğer Kırgızlar gibi Romanov diyemiyordu. Onun ismi bir Nogay veya Tatar ismi gibi gelmişti kulağına.

      –Evet, Romanovlar! İşte bu resimde Çar tüm ailesiyle; işte bu da kraliçe, bu gözleri parlayanlar ise kızları, ötekisi oğlu! Gelecekteki çar sayılır.

      Çar da normal, her gün gördükleri Ruslara benziyormuş, tam da onlarınki gibi sakalı, bıyığı varmış. Üzerindeki kıyafet Ceti Suuluk’a gelen Rusların asker kıyafetlerine benzemiyor mu? “Hükümdar” denilince taç giyen, üzerinde altın ve gümüşle süslenmiş, parlak iplerle nakışlanmış kürkü ve üzeri değerli taşlarla bezenmiş çizmesi olan masallar hatırlanır. Özellikle Karagız Nine’nin anlattığı masallarda öyleydi.

      Ninenin anlattığı hikâyelerde her zaman Kırgız çocukları Kalmuklarla, Kazaklarla olan savaşı kazanır, yılkı sürüsünü ellerinden alırdı. Kaşgarlı ve Taşkentli kervancıları kovalar, altın ve para dolu olan heybesini kucaklayan tüccar da “Bırakın, bırakın!” diye arkasına bakmadan kaçardı. Nine, bunları anlatırken bu kahraman Kırgızların Kudayan Boyu’ndan mı yoksa başka boydan mı olduğunu anlayamıyordu. Kısacası atların en iyisine binen, tüfeğin iyisi “Akkelteyi” arkasına asan, mızrağın en sağlamını koltuğuna kısan, namuslu Kırgız çocuğu demişti. Söylediğine göre o zamanlar kızların da kendince gelenekleri varmış. Onlar, baykuşun tüyünü beğenmedikleri için, sadece turna tüyü ile süslenen kıyafetleri giyerlermiş. Manas zamanından önce mi yoksa sonra mı, kim bilir? Birilerinin bey, diğerlerinin zengin olduğu herkesin kuvvetli, refah içinde yaşadığı bir zamanmış. Bazıları, öncesi sonrası yok, tam da Manas ve Semetey’in zamanı diye yorumluyordu.

      Ninesinden duyduğu efsaneler, Rus öğretmeninin anlattığı uzun tarihin neresinden çıkacak diye hep beklerdi. “Han” ile ilgili duyduklarım, öğretmenin anlatmış olduğu zamanların hangisinden çıkacak acaba diye araştırıyor ama bulamıyordu. Sonunda kendi kendine şu soruyu sordu: “Han” ile ilgili, “Bey” ile ilgili masallar nereden çıkacak?

      Öğretmene göre Kırgızların, güçlü Çar’a ses çıkarmadan boyun eğmeleri gerekiyormuş. Amirlere, memurlara ya da sakallı mujiklere kısacası tüm Ruslara, göçebe halkın börkünü çıkarıp, ayağa kalkıp saygı göstermesi bundan dolayıymış. Ne yaparlarsa yapsınlar, Ruslar sert davransa bile, sopayla kafalarına vurup dövseler bile ses çıkarmamalılarmış.

      Mukay, köyde bu türden olayları da görmüştü. Bırak susmayı, Rusların elinde öleni de gördü. Kıyafeti eski püskü, orta yaşı geçmiş kısa boylu bir Kırgız, köyün içinde rast gelen herkesin işini yapardı. Kendisine ot, odun kesme gibi işler aramak için dağdan inmişti ve her zaman omzunda kemanını taşıyordu. İş çıkarsa yapar, çıkmazsa arık boyunda yetişen ağaçların gölgesine oturarak keman çalıp zaman geçirirdi. Onun çaldığı müziklerden, Mukay’ın en çok hoşuna giden “Baykuşun tüyü sarıdır” adlı şarkıydı. Kemanının yayını