perdeye yaklaştı, diz çöküp oturdu. Başını eğerek hanıma selam verdi.
“Allah size yâr olsun hanım!”
“İyi günler bey!
“Hanım uygunsuz zamanda huzurunuzu kaçırdığım için özür dilerim. Han sarayından kötü haber aldık.” deyip biraz durakladı. Süzge’nin içi burkuldu. Han’ım sağ olsa bari diye düşündü hemen.
“İsker’i hanlık askerleri günlerdir gecelerdir korusalar da ellerinde tutmayı başaramamışlar. Han büyük sarayını alıp iç bölgelere doğru göçmeye mecbur kalmış. Düşmandan korunma amacıyla sarayını yabancıların ayak basmadıkları bölgelere götürüp yeniden kurmayı planlıyor. Orada yeniden kuvvetlenip ordusuyla tekrar geleceğe benziyor.”
Bunu duyan Süzge “Ya biz? Biz ne olacağız?” diye düşünse de dili bağlanmış gibi hiç konuşmadı. Hiçbir şey belli etmeden serdarın konuşmasını bitirmesini bekledi. Fakat o, ben diyeceklerimi dedim der gibi başını öne eğerek sessizce oturdu. Eyvah! Han’ı Süzge hakkında hiçbir şey dememiş miydi? Serdar bir şey söylemediğine göre öyleydi herhalde…
Sessizlik biraz sürdü. Süzge kendi kendine düşüncelere dalmıştı. “Bu nasıl olur?” Birden ne diyeceğini de ne düşüneceğini de bilemedi. Hatta bir şey düşünecek durumda bile değildi.
Süzge’nin ne yapacağını şaşırmış, çaresiz halini anlamışa benzeyen baş serdarın sesi cesur ve kendinden emin çıktı.
“Endişelenmeyin hanım. Han’ımızın iç bölgelerden kuvvet toplayıp geri geleceği kesin. Sarayının yerini kâfirlerin elinde bırakıp onları orada rahat gezdirmez. Ne yapıp edip İsker’e geri gelecek. Siz fazla üzülmeyiniz. Bize, güvenliği arttırıp biraz dayanın demiş. Zalim düşmana lazım olan han sarayıymış galiba. Şimdi onu alıp sevinerek kutlama yapıyorlarmış herhalde. Bizim küçük kalemize gelmezler. Gelse bile, Tanrı yardımcımız olsun karşı dururuz. O zamana kadar Han’dan da yardıma ordu gelir. Ümidimizi kesmeyelim.”
“İnşallah dediğiniz gibi olur bey! Han’ım bizim gibi korumasız insanı yâd elinde bırakmaz. Sonuçta kendisinin sağ olduğu doğru ya…”
“Elbette hanım, elbette.” Serdar bunu söyledikten sonra hızlıca kalkıp geri geri adımlayarak çıkıp gitti.
Süzge Hanım öylece kalakaldı. Üzerine sanki dağlar devrilmişti. Han’ının bu işini neye yoracağını da ne düşüneceğini de bilememişti. Bütün çareleri tükenmişti. Han’ın ona bir haberci göndermeden büyük sarayı alıp göçmesine inanmak istemiyordu. İnanmayayım dese nasıl inanmayacaktı, işte kendi kulaklarıyla duymuştu. Nasıl inanmayacaktı? Bu beklenmedik habere çok üzüldü, kederlendi, ağladı…
İçindeki sönmeye başlayan rekabet ateşi tekrar alevlendi, içini yakıp kavururcasına canını acıtmaya başladı. Han’ı, kendisine göndermeyen büyük hanımların işi mi acaba diye tahminde bulundu. Onlar Süzge’ye “Haydi zavallı! Yâd elinde kal öylece!” diyerek gidiyorlarmış gibi geldi. Yüreği sızladı, vücudunu bir halsizlik sarmaya başladı. Üç defa çabalayarak yerinden doğruldu. Âdeta sürünerek otağına zor gitti. Gelir gelmez kendini yatağına attı, kıpırdamadan uzun süre yattı. Darmadağın olmuştu. Bir taraftan iyi şeyler düşünüp gönlünü rahatlatmak istese de diğer taraftan düşünceleri buna izin vermiyordu. Bin bir türlü düşünce kafasını karıştırıyordu. Kendisinin yalnızlığını iyice anlamıştı.
Nice çocuğu bağrına basıp büyüten büyük hanımların yanında bu dermansızmış meğer. Azıcık gücü olsaymış keşke? Han’ından iyi kötü bir çocuğu olsaydı Han Süzge için olmasa bile kendi kanından olan neslini ejderhanın ağzına bırakmamak için gelirdi…
Süzge’nin aklına neler gelmiyordu ki… Çocuğunun olmaması bugün canını acıtmış gibiydi. Meğer Han’ın her sene çocuk doğuran hanımları ne kadar şanslıymış. Süzge bugün bunu anlamıştı. Onların kıymetli oluşları doğaldı. Onlar arasında başkalarına nazaran, Süzge ile iyi geçinmek isteyenler de vardı. Büyük hanım bakışlarını başka yana döndürür döndürmez onlar Süzge’ye gelir, Süzge’nin tarafında olurlardı. Bunlardan birinin Altınay adlı kızını Süzge Hanım çok severdi. Süzge Altınay’ı evlat edinmek düşüncesiyle onu ne kadar çok istese de anası büyük hanımdan çekinmişti. Büyük hanım olumsuz tavrından vazgeçmemişti. Çocuğu vermek şöyle dursun, Süzge’nin yanına yaklaştırmamaya çalışırdı. Evlatlık vermeye vermiyordu da hiç olmazsa bazen alıp oynamasına izin verseydi bari… Ona da izin vermiyordu. İnsanın kendi çocuğu olmayınca başkasından çocuk istemek boşunaymış…
Süzge iyice çökmüştü. Güzelliği, gençliği, Han’ına olan saf duyguları zor anında hiçbir değeri olmayan, boş bir yalan ve geçici heves gibi görünüyordu şimdi ona. Han’ın nezdinde hiçbir değeri yok muydu? O, Han için bir çocuğun severek oynadığı, oynayıp oynayıp sıkılınca bir kenara attığı güzel bir oyuncakmış meğer. Arada sırada gelip eğlendiği bir oyuncak. Evet, evet! Meğer yalnızca kendisi gençliğin toyluğuyla Han’ın bir anlık şefkati ile merhametini gerçek bir duygu zannetmiş. Han’ın sadece bir sarayı ile sayılı gecelerinde geçici hakkı olan genç bir nefesmiş. Bundan daha fazla hiçbir şeye heveslenme, hiçbir şeyi isteme… Göçtüğü yurtta tek başına kalması bunun göstergesi değil mi? O, bunu nasıl anlamamıştı? Bu kadar kör olunur muydu?
Zor günler geldiğinde onun halini düşünen kimse kalmamış mıydı? “Estağfurullah! Ben ne düşünüyorum? Han’ımın kendisinden kesin bir haber olmadan niye bu kadar karamsarlığa düşüyorum? Han asker toplayıp tekrar geri dönecek demedi mi? Han, büyük sarayı kutlu mekândan taşıdığına göre gelen düşman güçlüye benziyor. Yurda düşmanın saldırdığı, hanlığın tehlikede olduğu zor dönemde nasıl böyle düşünür? Hanlığı yıkılıp ordusu yenilmekteyken hanlığını kurtarmak yerine, küçük hanımım, sevgilim kaldı diye nasıl geri dönsün? Buna fırsatı bile olmamıştır.” Han’ı hakkında hiç kötü düşünmek istemiyordu. Büyük sarayı yabancının ayak basamayacağı, tehlikeden uzak bir yere yerleştirdikten sonra geri geleceği kesindi. “Yaradan yardımcısı olsun!”
Bu düşünceden sonra gönlü biraz da olsa sakinleşmiş gibiydi. O, artık Han’ının büyük sarayını eskisi gibi huzurlu bir yere kurmasını gece gündüz Tanrı’dan dilemeye başlamıştı. Başka bir çaresi de kalmamıştı. Han’ı sağ olursa er ya da geç geri geleceği kesindi. Buna bütün yüreğiyle inanıyordu. O güne kadar, şu yakına gelip bayram etmekte olan kâfirin kötülüğünden Allah korusun!
Süzge Hanım bu düşünce ile kaç gün kaç gece geçirdi bilmiyordu. Artık gün hesabını karıştırmaya başlamıştı. Bir birinden farksız günlerin her biri âdeta bir yıla denk kederle dolu gibiydi. Han’dan haber gelmiyordu. Han’dan umudunu kesmese de bazen ümitsizliğe düştüğü oluyordu. Öyle anlarda aklına neler neler geliyordu. Yanında sırrını açıp rahatça derdini dökeceği bir sırdaşının olmaması canını acıtıyordu. Hanım olarak kime gidip derdini anlatabilirdi? Yalnızlık derdi hiç geçmiyordu. Yalnızlık. Yalnızlık, belki de bunun bir devası yoktur…
Bu sırada İsker şehrini alıp muratlarına ermiş cellâtlar han sarayında gönüllerince dolaşıp büyük bir eğlence yapıyorlardı. Sevinç naraları uzaklara kadar duyulan toy uzun sürdü. Küçüm Han’ın yurdunda kalan bütün zenginliği birkaç gün içinde acımasızca yağmalandı. Geride kalan ne varsa talan edilip mahvoldu. İstedikleri gibi eğlendiler, bolca içmeye başladılar. Günü güne, geceyi geceye katıp haftalarca içtiler. Ataman Yermak bir gün hiddetlendi, sarhoş askerlerini kendilerine gelmesi için uyardı. Ataman Yermak şehri ele geçirse