Beysenova Şerbanu

Süzge Hanım Bozok Güzeli


Скачать книгу

giydirdi. Sarayındaki herkesin saraya layık izzete, edebe, kibarlığa sahip olarak kusursuz hizmet sunmalarına özen gösterdi. Büyük hanım, Süzge’nin eski yardımsever hizmetçisinin onunla birlikte gitmesine izin vermeyerek genç bir hizmetçi göndermişti. O, Süzge’nin otağının kapısında beklemeyi bu hizmetçiye emretmişe benziyordu. Süzge bu yeni hizmetçinin büyük sarayın “buradaki gözü, kulağı” olduğunu keskin zekâsıyla hemen anlamıştı. “Kendisi bilir, kapımda bekçilik yapacaksa yapsın!” Hatta Süzge eskisinden de çok gülüp oynamaya başlamıştı.

      Küçük hanımın sarayı kısa zamanda güzelleşti. İçine girince insanın çıkası gelmiyordu. Her eşya kendine uygun yeri bulmuş, her şey birbiriyle uyum içinde yerleşmişti. Büyük saraydaki zenginlik ile saltanatın ağırlığından oluşan mağrur gösteriş yoktu burada. Aksine gençlik rüzgârı esermiş gibi bir hafiflik vardı bu sarayda. Süzge kendisi de huzur bulmuş ağırbaşlı bir hanım olmuştu. Sarayının idaresi kendi elindeydi.

      Sarayın her yerindeki küçük havuzlardaki fıskiyeler havaya su saçıyordu. Bu su damlaları dans etmeye başladığında, gökyüzünden gümüş paralar yağıyormuş gibi yakut damlalar gün ışığı altında âdeta oyun oynuyordu. Her bir damlacık çeşitli renklerde göz kamaştırıyor, sonra topluca yere dökülüyordu. Şırıl şırıl hızla akan dere de insanın gönlüne dokunuyor, sesiyle hoş bir hava veriyordu. İnsan onun sesini dinlemekten hiç bıkmazdı.

      Süzge etrafına gencecik delikanlılar ile genç dansçı kızları topladı. Saraya gençliğe özgü görünüşü ve güzelliği katan da bunlardı. Han, uçsuz bucaksız ülkedeki, bu da yetmezmiş gibi saraydaki bitmek tükenmek bilmeyen çekişmeden yorulup buraya geldiğinde huri kızları gibi güzel dansçılar etrafında fır fır dönüyor, bir müddet onun gönlünü hoş ediyordu. Genç bedenlerin güzelliği ve hoş davranışların cazibesine kapılan Han’a onlar büyük bir zevk yaşatıyorlardı.

      Süzge, Han’ın gireceği otağına kimseyi yaklaştırmıyordu. İnsanoğlu şöyle dursun, orada tek bir sinek bile uçurmuyordu. Otağını daima meraklı gözlerden gizli tutuyordu. Onun yaratılış özelliği olsa gerek, o, otağına bir kuş yuvası gibi sıcaklık verebilmişti.

      Süzge, Han’ı onun sarayında kısa kalsa bile kartal gibi güçlenip, kanatlanıp, dinlenmiş at gibi dinç döneceğini kadın sezgisiyle önceden tahmin etmişe benziyordu. Han’ına yaptığı özel muamele ve hürmet onların aralarını eskisinden daha da yakınlaştırmıştı. Süzge konusunda yanılmadığını Han da anlamıştı. Han, Süzge’nin sarayına sadece kocalık vazifesini yerine getirmek için gelmiyordu. Aksine bu dünyadaki eşsiz gün ışığım buradaymış meğer der gibi, büyük bir istekle can yoldaşı, gönül dayanağı, bir teselli arayarak geliyor gibiydi. Han’ın gelişleri sıklaşmıştı. Süzge’nin de gün geçtikçe yüzüne renk gelmiş, güzelleşmişti. O, tam bir hanıma özgü görünüşe bürünmeye başlamıştı.

      Süzge’nin değişmesiyle sarayı da güzelleşip gelişmeye başladı. Sarayı kaleye, kalesi şehre dönüştü. Küçük şehir kendince bir hayat sürüyor, güzel günler geçirip gidiyordu. Büyük saraydaki dedikodular Süzge’nin sarayına hiç gelmiyordu. Gelse bile belki de yedi kulaç duvardan geçemiyor, uçsuz bucaksız bozkırda kaybolup gidiyordu. Ara sıra duvarı aşıp içeri giren dedikodular olsa da Süzge onları hiç umursamıyordu bile. Eski çekingenliğini bırakmıştı, rahatça, gönlüne göre özgürce yaşayıp gidiyordu. Canı isterse şehir dışına çıkıp yaren kızlarıyla Ertis boyunda gemiyle geziyordu. Ormanda, vadide atla dolaşıyordu. Tabiatı seyrediyordu. Çam ağacından çam ağacına zıplayan kıvrık kuyruklu, kızıl kulaklı küçücük gri sincabın hareketlerini seyretmeyi seviyordu. Sincapla yarışarak palamut topluyordu. Süzge’nin kimselere benzemeyen kendine has eğlenceleri vardı.

      Şimdiyse gönlünde kuşku vardı. Bu zamana kadar doğru bildikleri yanlış mıydı acaba? Tekrar tekrar “Büyük saraydan ayrılmam kibirlilik mi oldu?” diye düşündü.

      Hemen kendini toparladı. Yine gönlünü rahatlatacak, ona sabır verecek bir delil arar gibiydi. Fakat düşünceleri rahat vermiyordu. Sonunda bulmuştu. Neden aklına gelmemişti? Bu dünyadaki tek dayanağı Han’ı vardı ya işte! Uzakta olsa da gönlünün çaresi oydu. Han’ı onu burada unutacak değildi ya! Ancak, halkın başına gelen felaketten fırsat bulamıyordur…

      Süzge yerinden hızla kalkıp seccadesini serdi. Kıbleye dönerek diz çöktü. Bugün kaçıncı defa olduğunu bilmiyordu, Yaradan’a yalvarmaya başladı. Yurdun sahibi, koruyucusu, Han’ının sağlığını dileyerek dua etti. Büyük sarayın yıkılmamasını diledi. Büyük hanımların kendisine yaptığı eziyetler sanki döktüğü gözyaşlarıyla akıp gitmiş gibiydi. Süzge’nin içinde şimdi en ufak bir kin ve nefret yoktu. Yaradan’dan onları affetmesini diledi. Kendi içindeki rekabet ateşini söndürdü, ilk defa Han’ın bütün hanımlarının, çocuklarının iyiliğini diledi. Yaradan kimin ak kimin kara olduğunu kendisi bilirdi. Tanrı’nın herkes için verdiği bir hüküm vardır herhalde. Kimse bundan kurtulamaz. Süzge, kendi yaptığı yanlışları, kibirliliği için ve kimi zaman gönlüne kötülük girdiği anlar olmuşsa bütün bunlar için Hak Taala’dan kendisini affetmesini dileyip uzun uzun dua etti.

      Bundan sonra rahatladığını hissetti, oturduğu yerden kalkıp yatağına yattı.

      Tan atmadan evvel bir düş gördü. Daha önce gezmeye çıktığında birdenbire gözünün önünde bir serap gibi beliren yüksek tepesinin zirvesindeydi. Dolunay vaktiydi. Yusyuvarlak ay hemen başının üstünde, sanki eliyle dokunacakmış gibi duruyordu. Ayın gümüş ışıkları etrafı süt gibi bembeyaz, ışıl ışıl yapmıştı. Dolunay altında bembeyaz bir kurt köpeği görünüyordu. Süzge’nin önüne gelip biraz uzağında oturarak uzun uzun Süzge’ye baktı. Gözleri tıpkı bir insanın gözlerini andırıyordu. Sanki daha önce gördüğü birine benziyordu. Süzge ondan korkmak yerine ona yaklaşmak istedi. O sırada nereden çıktığı bilinmeyen kapkara bir kurt ona doğru yöneldi. O zaman beyaz kurt köpeği atılarak deminki canavarla boğuşmaya başladı. Hırlıyor, kızgınlıkla soluyarak boğuşuyordu. Birinin kaçıp ötekinin kovaladığı ak ile karanın çarpıştığı büyük bir savaş başlamıştı. Süzge’nin düşünde onlar üç gün üç gece savaşmışlardı. İyice yorulup kan kaybettiği sırada can havliyle ak kurt köpeğinin azı dişi kara kurdun boğazına saplandı. Boğazından yaralanan kara kurt sarsılıp yavaşça sendeleyerek yere yığıldı. Kanı su gibi akan ak kurt köpeği de aksayarak gözden kayboldu. “Eh, iyi köpek ölüsünü göstermez.” derlerdi. Bu kurt köpeği de öyle yaptı diye düşündü Süzge. Az evvel gökyüzündeki ay tıpkı sarı bakır bir tabak gibi eriyip daha sonra kor gibi kızararak kayboluyordu. O sırada Süzge sanki kendi üzerine soğuk bir nesne düşmüş gibi hissetti. Canavarın soğuk bedeni üzerindeymiş gibi hissederek korkuyla çığlık atıp uyandı. Düş mü gerçek mi olduğunu anlayamadı. Kalbi güm güm atıyordu, bir süre kendisine gelemedi. Soğuk bir şey hâlâ bedeninin üzerinde yatıyor gibiydi. Eliyle göğsünü yokladı. Başucunda duvarda asılı duran Han’ının kınındaki altın saplı elmas kaması göğsünün üzerindeydi. Süzge nefes nefeseydi ve ter içinde kalmıştı. Galiba gördüğü düşün içindeymişçesine bu hâle gelmişti. O sırada duvarda asılı duran kamaya eli çarpmış olmalıydı.

      Demin yaşadıklarının düş olduğunu bilmesine rağmen uzun bir süre etkisinden kurtulamadı. Ertesi gün yaşlı kadınlardan birine anlatıp yorumlatmaya cesaret edemedi. Olumsuz bir şeyler duymaktan korktu. “Köpek, yedi hazineden biridir.” derlerdi ya. Büyük savaşın ak kurt köpeğinin galibiyetiyle sonuçlanmasını iyiye yordu. “Evet, Yüce Yaradan’ım, gördüğüm düş şerre işaretse ondan da senin yüceliğine sığınıyorum.”

      Yavaşça