süre uğramazdı. Ne olursa olsun Süzge yine de Han’ının kendisine olan iyi niyetinden şüphe etmezdi. Olsun, çok seyrek de olsa bu ihtiyar adamın ona şefkatle baktığı anlar vardı. O zamanlarda Han’ın gözlerinde sadece Süzge’ye adadığı samimi bakışlar belirirdi. Gözler ve duygular yalan söylemezlerdi. Süzge bunu hissederdi. Bu ona güç verirdi. Süzge’nin gençliği ve sevimli güzelliğini çekemeyen kadınların dedikodusundan Han’ının kucağına saklanıp korunmak isterdi.
Bir kere Han’ın izniyle saraydaki hüzünlü hayattan gönlünü neşelendirmek için yaren kızlarıyla birlikte şehrin dışında gezip gelmişti. Dışarı çıkar çıkmaz temiz havayı soluyunca nefesi açıldı, rahatladı. Özgürlük gibisi var mıydı? Gönlü kuş gibi kanatlanıp uçmak istedi. Maalesef kanatları yoktu. Kendisinin doğup büyüdüğü geniş toprakları hatırlatan engin bozkır, sulak, ormanlık arazi gözüne sıcak göründü, gönlü hoşnut oldu. O gün çok güzel gezmişti. Atla ormanı, vadiyi dolaştı. Sıcak rüzgâra yüzünü tutup Ertis boyunca gemiyle yüzdü.
Fokurdayarak altından kaynayıp çıkar gibi olan küçük dalgaları kıyıyı döven, akıntısı bilinmeyen, genişçe yayılan bol sulu Ertis’i görüp çocukça sevindi. Kıyısında gülüp oynadığı kendi Esil’ini hatırladı. Gemi kaptanı ihtiyar, küçük hanımın gönlünü kırmak istemediğinden onu birçok yere götürdü, uzun uzun gezdirdi. Güzel yerler gönle coşku verirmiş, çok şey düşündürürmüş. İnsan böyle zamanlarda neler arzulamaz ki? Süzge’nin de kanatlanan hayal kuşu uzaklara kanat çırpmıştı.
Nehir yatağının döndüğü bir kıvrım noktasında kıyaya yakın bir yerde bulunan yüksek tepeyi gördü. O zaman, keşke şu tepenin eteğinde yaşasam! Burası çimenlik, yeşil çayırlı dağ eteği ile nehir arasındaki cennet gibi bir yermiş. Tepeye çıkıp tanın nurlu şafağı ile batan güneşin kızıl alevinin Ertis suyu ile birleştiğindeki eşsiz rengi izlemek kadar güzel bir şey var mıdır diye imrenmişti. Öyle bir gün olur mu acaba diye hayal kurmuştu. Sırtını yamaca verip Ertis’e doğru uzanan bir sarayım olsa diye arzulamıştı.
O, hiç de ihtişam düşkünü biri değildi. Bu bölgenin halkı madem konargöçer değil, yerleşik, dam evde oturuyormuş, o halde benim de kendime ait ayrı bir evim olsun diye düşünmüştü. Gençliğin verdiği heyecanla böyle bir hayale kapılmıştı. Bu düşünce, kendi kendine özgür kalma isteğinden doğmuştu. Kimseyi umursamadan, büyük hanımlardan da yabancı insanlardan da çekinmeden, neşeyle dolaşabilmeyi arzulamıştı. O günkü geziden böyle bir düşünceyle dönmüştü.
Gözleri ışıldayarak, yüzüne renk gelip güzelliğine ayrı bir güzellik katmış gibi canlanarak, âdeta kanatlanmış bir halde gezintiden döndü. Böyle bir güzelliği görmeyi nasip eden Tanrı’ya, gezmesine izin veren Han’ına binlerce kere şükretti.
Akşamleyin Han’ı gezinti nasıl geçti dercesine yüzüne uzun uzun baktığında, gündüz düşündüklerinden kendisi utanıp, başını öne eğip, iki elini nereye koyacağını bilemeyip şaşakalmıştı. Dışarıda gezmesinin hanıma iyi geldiğini zaten ışıldayan gözlerinden anlayan akıllı Han onun yerinde duramayan iki elini avucunun içine alıp şefkatle okşadı. Sevinçten, mutluluktan başı dönen Süzge gördüklerini ayrıntısıyla anlatamamıştı bile.
Ertis boyunda gezdiği gün aklına gelen düşünceyi uygun bir zamanda Han’ına nasıl söyleyeceğini uzun uzun düşündü. Nasıl söyleyecekti? Hanı ona nasıl karşılık verirdi acaba? Saraydakilerin sorun çıkaracağı kesindi. Bunu hiç aklına getirmemeye çalıştı. Han olumlu bakarsa o sorunu çözerdi. Kabul etmezse ne çare? Ne olursa olsun aklındaki düşünceyi ifade etmeye karar verdi. Bozkırın özgürce büyüyen nazlı güzelinin dağ maralı gibi özgürlüğü arzuladığını sezmezse o nasıl bir Han’dı? Hani nerede, Han kırk kişinin aklına sahip demezler miydi?
Han ile baş başa kaldığı bir anda, kalbinin sesini dinleyerek tüm cesaretini topladı. Sesi titreyerek endişeyle söze başladı. İlk başta ondan bundan söz etti, telaşlanıp ne diyeceğini bilemedi. Biraz nefeslendi, devamını söylesem mi söylemesem mi der gibi göz ucuyla Han’ı süzdü. Han’ının yüzünde kızgınlık belirtisi olmadığını görünce çekinmeyi bırakıp rahatladı. Tekrardan naz edip söyleyeceklerini açık açık anlattı.
Bir süre devam eden sessizlikten sonra Han’ı her zamanki gibi bunun yusyuvarlak sevimli çenesini kaldırıp gözünün içine baktığında bu dayanamayıp bakışlarını yere kaydırdı. Söyleyeceklerini açıkça söylemişti ne de olsa. “Baş kesmek olsa da dil kesmek yoktu”. Fakat Han’ı onun omzuna elini koyup sıcacık bir ses tonuyla “İstediğin olsun!” dedi. O, gözlerini kaldırıp baktığında, sert yapılı adamın soğuk yüzünden sadece kendisine adanmış ara sıra görünen şefkatli bir ışık ve yumuşacık bir nur saçılıyormuş gibiydi. Kendi kalbi de kıpır kıpır oldu. Görmüş geçirmiş, geniş gönüllü yaşlı adama Han diyerek değil, yârim diyerek saygıyla memnuniyet dolu gözlerle riyasız baktığını Han da görüyordu elbette. “Tanrı sizi başımızdan eksik etmesin!”
Süzge’nin isteği geri çevrilmedi. Han bir yaz içinde dört bir yandan ustalar, marangozlar, duvar ustaları getirtip Ertis kıyısına Süzge’ye özel kale saray yaptırdı. Süzge’yi kendi çeyiz ve eşyalarıyla, kendine uygun komşu, asker, yardımcı ve yaren kızlarıyla yeni saraya yerleştirdi. Kalenin güvenliği için ordu verdi. Ordunun başına gençliğinden beri zorluklara birlikte göğüs geren, uzun zamandan beri güvenilir yoldaşı, görmüş geçirmiş yaşlı serdarı koydu. Yelkenli gemi yaptırdı, yirmi kürekçiyi de görevlendirdi. Süzge’nin binmesi için seçme atlar ve onlara bakması için seyisler verdi.
Han’ının Süzge’nin bu isteğini yerine getirmesinde elbette özel bir durum da vardı. O, Süzge’de kusursuz güzellik dışında nazik bir gücün olduğunu da anlamıştı. Ondaki namus ve onuru fark etmişti. Namuslu insanda vefa olurdu. Han, diğer hanımlar çocuklarına güvenerek hana zorluk çıkaracak olsalar dahi Süzge’nin yine de Han’ına saygıda asla kusur etmeyeceğini anlamış gibiydi. Han hem de kızlarına hanımlığa layık saltanatla bakarak bu yolla onun arkasındaki kalabalık, ihtişamlı halkına, Sarı Arka’nın bütün soylu sultanlarına karşı iyi niyetli olduğunu göstermek de istiyordu.
Küçük hanımın sarayının şöhreti Tagıl, Tara, Ertis, Tobıl, Oba Derya nehirlerinin arasına yerleşen ülkeye çabuk yayıldı. Ülkenin her köşesinden Süzge’ye hizmet etmeye gelenler çoğaldı. İbir-Sibir Hanlığı birçok boyu bir araya getirmişti. Her boy farklı dilde konuşuyordu. Süzge’nin sarayına herkes kendi dilinde isim vermişti. Süzge Kale, Süzgin, Süzge Tura, Yavlı Tura… Ama esas olan bir şey vardı ki o da küçük hanıma olan saygı ve sevgiydi. Bu şehrin halkı, işte, nicedir gece gündüz demeden bu şehri düşmandan korumak için mücadele etmekteydi. Onlar, hanımın başına gelen bu felaketi onunla birlikte göğüsleyip birlikte dertleniyorlardı.
Bunu düşündüğünde demin sakinleşen gönlü yine huzursuzlandı. Yine içine bir şüphe ve kuşku düştü. Büyük saraydan ayrı oturmak istemesi kibirlilik mi olmuştu acaba? Allah’ın verdiğine kanaat etmeyip asilik mi etmişti? “Estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah! Kibirlilik ettiysem günahkâr kulunu sen affet Tanrı’m! Senin yüceliğine sığınıyorum.”
Süzge tüm dikkatini topladı, düşüncelerini iyice süzgeçten geçirdi, demin aklına gelen düşünceyi reddedebileceği bir dayanak aradı. Sonunda bulmuş gibiydi. İpin ucunu kaçırmayayım der gibi yavaş yavaş meseleyi çözmeye başladı.
İlk başta, herkesten farklı olarak ihtişamımı arttırayım, büyük hanımlarla yarışayım dememişti ya. O, hanım olarak geldiği ilk günden beri gençliğini, hanın ona gönlünün düşmesini, güzelliğini