ataman Groza’nın başını çektiği askeri birlik at koşturarak girdi. Onlarda galip kibirliliği vardı. Yeneceklerine emin bir şekilde göğüslerini gere gere gelseler de şehre girmeleri o kadar kolay olmadı. Yirmi bir gün durmadan saldırdılar ama Süzge Tura’yı alamadılar. Onların toplarının gücü de etrafa saldıkları korku da bu şehre etki etmemiş gibiydi. Şehri koruyan küçük orduyla beraber bütün halk sevgili şehirleri Süzge Tura’yı canla başla korumaya çalışıyordu. Fakat Sibirya’nın kışı da sertleşip zorluk vermeye başlamıştı. Erzak da azaldı. Dışarıdan gelen yardım da yoktu. Saldırıya karşı direnenler yavaş yavaş güç kaybediyorlardı.
Bu sırada İsker’in düşman eline geçtiği, Küçüm Han’ın han sarayını göçürüp gittiği ve hanın güçlü komutanlarından biri olan Muhammedkul’un savaşta yaralanıp kâfirlere tutsak olduğu kara haberi Süzge Tura’ya ulaştı.
Gün geçtikçe şehri koruyan asker sayısı azaldı. Askerler çatışmada hayatlarını kaybediyorlardı. Süzge Hanım’ın ay gibi yüzünü kaygı kapladı. O, şehri koruyanların arasına eskisi gibi güleç yüzle ve cesaretle gidemez oldu. Süzge Hanım, dökülen bu kanın kendisi için olduğunu kadınlara has güçlü önsezisiyle anlıyordu. Bunu bildiği için yüreği kan ağlıyordu. Kendisi için bu kadar azap çeken, açlık derdini de yavaş yavaş hissetmeye başlayan şehir halkına, yardımcılarına çok acıyordu. Ataman Groza’ya gerekli olan şehrin halkı değildi, şehrin genç hanımıydı. Gece boyu uyuyamayıp kaygılanan Süzge sonunda bir karara varmış gibiydi. Sabahleyin Rus Kazaklarına baş serdarını gönderdi. “Bir şartım var. Ataman Groza bu şartımı kabul eder mi? Şehrin halkı ile sağ kalan askerlerin kanını dökmeyip hayatını bağışlarsa şehrin kapılarını kendi irademizle açarız.” teklifini bildirdi. Bu teklifi ataman Groza sevinçle karşıladı. “Fakat hanımın kendisi şehirde kalacak.” diye şart koştu. Süzge Hanım bu şartı tereddüt etmeden kabul etti.
Sarayın gözcüleri Süzge Hanım’ı şehirde kalmaması için ikna etmeye çalıştılar. Eğer hanım kalırsa kendilerinin de gitmeyeceklerini söylediler. Son damla kanlarına kadar savaşacaklarını bildirdiler. Ancak onların bu karşı çıkmalarına aldırmayan Süzge Hanım, bütün şehir halkına ve askerlerine şehri boşaltmaları emrini verdi.
Ertesi gün sabah şehir halkı gemilere binerek Ertis üzerinden yüzüp gözden kaybolmaya başladı. Son gemi de limandan çıkar çıkmaz, Rus Kazakları açık kapıdan şehre girdiler. Bütün bu olanı biteni kuleden izlemekte olan güzel Süzge de yavaşça aşağı indi.
Ataman Groza’nın başı çektiği askeri birlik hemen hanımın sarayına dağıldılar. Ancak hiçbir yerde hanımı bulamadılar. O sırada Süzge, yalnızca han geldiğinde giydiği en süslü elbisesi ile en güzel yeleğini giymiş, taranıp bezenmiş güzeller güzeli haliyle yüz yıllık kavak ağacının dibinde yatıyordu. Elinde Küçüm Han’ın hediye ettiği elmas hançeri sımsıkı tutarak ebediyen gözlerini kapamıştı.
Bize ulaşan anlatıda, böylece gençliğine rağmen son derece olgun olan Süzge Hanım kendisini seven şehir halkını ölümden kurtardığı gibi, kedisini de tutsaklıktan, kölelikten azat etmek amacıyla hiç düşünmeden canına kıymıştır denir. Altın hazineden bulunan inci mercan olan güzel Süzge’nin ibretli hayatı hakkındaki destan bu şekilde sona erer.
SÜZGE HANIM DESTANI
Süzge Hanım’ın tüm vücudunu bir ağırlık basmış gibiydi. Bu ağırlığın verdiği azaplı hali gün boyunca hiç üzerinden atamadı. Düşüncesi ile hayali de sanki köstekli bir at misali yerinden kıpırdayamıyor, ne yapacağını şaşırıp yorgun argın oturuyordu. Sarayın içinde çıt sesi bile çıkmıyordu. Bütün dünya sanki nefesini tutmuş da ortalık böyle dinginleşmişti. Meğer şu büyük sarayı neşeyle dolduran şey, yoldaş kızları ile hanımın gönlündekini söyletmeden anlayan tecrübeli hizmetçi kadınların kahkahaları ile parlayan yüzleriymiş. Büyük sarayın içi, işte şimdi, öğle ortasında kararıp ağır bir hava çökmüş gibiydi.
O üzüntüye kapılalı beri, büyükleri de hizmetçileri de ondan çekiniyor, yüzüne bakamayıp ondan bakışlarını kaçırıyorlardı. Toy eğlence de tamamen kesilmişti. Son günlerde yanına hiç girmez oldular. Kapının önünde ileri geri yürüdüklerinde onların dalgalanan uzun ipek elbiselerinin hışırtısı net bir şekilde duyuluyordu. Artık bu ses de gelmez olmuştu. Hepsi nereye gitmişti? Herkes bundan bir sır saklıyor gibiydi.
Büyük saraydan haber almayalı kaç gün olmuştu. Ne yapacağını bilemeyişinin, çaresiz kalışının nedeni de büyük sarayın sessizliğiydi. O taraftakiler ne durumdaydı, ne olup bitiyordu? Han ne haldeydi? “Allah’ım, bu vakte kadar Han’ımdan bir haber gelmeliydi. Sessiz sedasız uzun süre ortalarda olmayışı ne demek? Yoksa askerleriyle birlikte uzak bir yerde, çetin bir savaş alanında mı? Öyledir herhalde… Kendisi sağ olsa bari!”
Tek bir iyi habere muhtaç olmuş bekliyordu. Belki de hayatta beklemekten daha zoru yoktur. Bu, kendine gelmesine engel olan, sabırsızlandırarak yorgun düşüren bir haldi. Sarayın güvenliğini sağlayan askerlere dolaylı yoldan sormayı hanımlığına yakıştıramıyordu. Kendisinin bilmediğini onlar nereden bilecekti? Hem ayrıca kendi çaresizliğini sezdirmekten ve zayıflığını göstermekten de korkuyordu. Kimselerin kendisi hakkında konuşup gülmesini istemiyordu. Ne olursa olsun başkalarına zayıflığını göstermemeliydi. Beklemek, sadece beklemek! Bundan başka çaresi yoktu.
Koca bozkırın ortasında bütün dünyadan ayrı kalmış gibi kendisini yapayalnız hissetti.
Hımm, işte! Şimdi buldu. Bu kadar huzurunu kaçıran, cesaretini kıran, onu yiyip bitiren şey meğer yalnızlık hissiymiş. “Yalnızlık!” Bu onun şimdiye kadar hissetmediği bir şey mi? Hayır. Yalnızlık ona eş olalı ço-o-k oldu! Uzaktaki yurdundan uğurlanıp evlenir evlenmez yalnızlık içinin en derin bir köşesine yerleşti. Bazen onu hüzünlendirerek kendisini belli ederdi. Süzge, yalnızlıktan daha kötü bir azabın olmadığını o zaman anlamıştı.
Zamanla Hanım’a olan hürmet ile saygı, kendisi için canlarını vermeye hazır yoldaş kızların nezaketi, her şeyden önemlisi de Han’ının ona özel iltifatı ile bugünkü saltanatı yalnızlığını bir kenara ittirmişti. Yeni şehre göçtüğünden beri yalnızlığını unutmuş gibiydi. Oysa bugün yalnızlığı onu yeniden arayıp bulmuştu. Şimdi yalnızlık hissini eskisinden daha çok hissediyordu sanki.
Bundan birkaç gün önce büyük saraydan haberci gelmişti. Ülkeye düşmanın saldırdığını, Han’ın askerleriyle acilen savaşa gittiğini, dar vakitte küçük hanımla görüşmeye imkânı olmadığını iletmişti. Han savaşa giderken bunu emanet etmiş olmalı ki o günden beri şehrin etrafına büyük duvarlar örülüyordu, hendek kazılıyordu, savunma telaşı ortalığı sarmıştı.
Pencereden dışarıya gözünü ayırmadan baka baka gözleri yorulmuştu. Kendisi de bitkin düşünce gidip yatağına yatmıştı. Tam da uykuya dalıyorken bir gürültü duydu, sıçrayarak uyandı. “Kalabalık kâfirin at koşturup şehre girmesinden Allah’ım korusun! Bu ne gürültü patırtı?” Korkudan dehşete düşen Süzge, gürültüden çınlayan kulaklarını elleriyle kapattı. Ama gürültü kesileceğe benzemiyordu. Meğer ortada gürültü falan yokmuş. Gürültü çıkaran tek şey, göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi çarpan kalp atışlarıymış. Korkan insan her şeyden ürker dedikleri bu olsa gerek. “Bismillah!” diyerek üç defa tekrarladı. Bildiği bütün duaları okudu. Huzuru kaçan gönlünü ancak o zaman güç bela sakinleştirdi.
Vakitsiz kestirdiğine pişman oldu. Yerinden doğrulup düzgünce oturdu. Ortama derin bir sessizlik hâkimdi.
Yavaşça